Monday, April 30, 2012

Nisan Ayı Filmleri

Merhaba!

Nisan Ayı bugün sona eriyor. Bahar geldi, sinemaya gitmektense piknik yapmayı, çay bahçesinde oturmayı veya bisikletle gezmeyi tercih edeceğimiz döneme girdik.

Nisan ayı boyunca fazla yazı yazamadım. Ancak bu bir şeyler okumadığım/izlemediğim anlamına gelmiyordu. Nisan Ayı özet listemi veriyorum, önce film festivalinden kalanlar:


Bu filmi İstanbul Film Festivali kapsamında, bir cuma gecesi izledim. Daha doğrusu "filmler" demeliyiz, festivalde 2 filmi üstüste gösterdiler. Yönetmen Martin Scorsese, en sevdiğim Beatle olan George Harrison'u incelemiş, anlatmış, tanıtmış. Yönetmenin ismini görünce filmle ilgili birtakım beklentilere gireceğinize eminim. Ancak klasik belgesel stilinden uzaklaşılmamış. Tabii kesinlikle sıkıcı olmayan, kaliteli bir filmle karşı karşıyayız. George Harrison'la ve Beatles'la ilgili bilmediğimiz pek çok şeyi öğreniyoruz. Konudan uzaklaşmamak adına diğer grup üyeleriyle ilgili ayrıntıya girilmemiş. Eski fotoğraflar ve video kayıtları da hoş hisler bırakıyor. IMDB notu 8.2. Bu kadar kapsamlı belgesellere zor rastlanıyor. Eminim benden daha iyi Beatles bilenlerin bulacağı birtakım eksiklikler olacaktır, ben bile neredeyse tüm albumlere değinirken Got My Mind Set On You single'ına değinmemelerine şaşırdım, fakat bunlar filmin iyi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. (Belki bu şarkı cover diye değinmediler? Bilmiyorum)


Film Festivali'nde gördüğüm bu film, pazar günü DVD filmi kıvamında. Yazıyı buradan okuyabilirsiniz.


Bir diğer festival filmi. Bununla ilgili de daha önce yazmıştım...


Bu harika anime'nin yönetmeni meşhur Hayao Miyazaki'nin oğlu, Goro Miyazaki. Senarist ise Hayao Miyazaki'nin ta kendisi. Film festivalinde izledim ancak gösterime de girebileceğini düşünüyorum (Her nekadar bu yönde bir bilgim olmasa da) Ghibli Stüdyosu ne çekse izlerim diyen anime hayranlarındansanız zaten kaçırmayacağınıza eminim. Ancak animeden habersiz birisini de etkileyeceği aşikar. Filmde çok hoş Japonca şarkılar duyuyoruz, pek de tanımadığımız Japon kültürünü öğreniyoruz. Melodram, aşk, lise öğrencileri, protesto gibi pekçok konuyu barındırıyor. Ancak kısaca özetlersek Yeşilçam filmi görünümlü anime diyebiliriz. Anlaşılan Yeşilçam melodramlarından sandığımdan fazla etkileniyormuşum ki Tepedeki Ev'in küçük kızı üzülünce ağlamaya başladım. Şirin ve sıcak bir film. Goro Miyazaki ilk yönetmenlik denemesini Yerdeniz Büyücüsü'nün (başarısız) anime uyarlaması yerine bunun gibi daha özgün bir hikayeyle yapsaymış belki filmi izlemeden önyargılı olmazdık.


Histeri, Film Festivali'nde izlediğim son filmdi. Film 1800'lerde geçiyor. Genç, yakışıklı ve idealist doktorumuz, yeni tıbbi yayınları takip etmekte, köhne anlayıştaki doktorlarla çatışmakta ve bu nedenlerle sürekli işsiz kalmaktadır. Sonunda kadınların "histerik" durumlarını özel bir masajla tedavi eden bir doktorun yanında işe girer. Doktorun kızlarıyla tanışır, bu arada özel masaj aleti yapmaya çalışırken vibratörün icadını sağlar.

Oldukça komik, eğlenceli bir film. Bu ay izlediklerim içinde, izlerken en çok zevk aldığım film bu oldu herhalde. (IMDB notu görece düşük olsa da) Maggie Gyllenhaal'ı zaten beğenirim, 1800'lerin feminist/aktivisti rolünde daha da çok beğendim. Baştan sona komik, belden aşağı bir konuyu böyle hoş işlemeleri de harika. Film sayesinde bir kadın olarak o tarihlerde yaşamadığıma bir kez daha sevindim, dönemin mücadeleci kadınlarını da bir kez daha takdir ettim.

 


Çok tutulan, uzun süre "çok komik, mutlaka izleyin" denilerek göklere çıkarılan filmin yönetmeni Paul Feig (Knocked Up'dan ve pek çok diziden hatırlanabilir) Uzun süre "kız kıza izlenecek romantik komedi" sanarak uzak durdum, sonunda merakıma yenildim.

Filmle ilgili eleştirilerin bir kısmı kadınları hoş olmayan vaziyetlerde gösterdiğiydi: Örneğin kusarken. Ancak filmin esprileri tamamen bunlar üzerine kurulu değil. Ayrıca pek çok Holivud filminde gördüğümüz gibi, sonlara doğru olumlu adımlarla tatlıya bağlanan bir kişisel süreç hikayesi. Oldukça komik sahneler var. Tamamen kadınlar yönüyle işlenmiş, öyle ki, filmin ismi Bridesmaids; Nedimeler. Nedime var, gelin var ama damadı göremiyoruz. 

Filmdeki roller dizi izleyicilerinin yakından tanıdığı kişilere teslim. Chris O'Dowd (The IT Crowd dizisi), Kali Hawk (New Girl dizisi), Ellie Kemper (The Office dizisi) gibi gibi. Başrol sayılabilecek bir role Rose Bryne var ki hiç sevmem kendisini. Gelin rolünde Maya Rudolph var onu da pek sevmem aslında... Yine de izledim filmi artık ne diyebilirim ki... Kısa özet olarak da, arkadaşlarla izlenip gülünebilecek eğlenceli bir film olduğunu söyleyebilirim.



Sığınak ismiyle ülkemizde gösterilen bu film, ilk olarak İf İstanbul 2012'de gösterildi. Arkasından çok kısa süre birkaç sinema salonunda gösterimde kaldı ancak izleme şansım olmadı. Yine evde izlemek durumundaydım. 

IMDB puanı 7.2, oyuncu Michael Shannon bu filmle ilgi çekti ve parladı. Jessica Chastain, ilgili ve sevgi dolu eş rolüyle ödüller aldı. Cannes ve Sundance gibi pekçok film festivalinden ödül alan bu filmin izleyenlere bir süpriz sunduğu söyleniyordu. Bu nedenle herkesin konuştuğu bu sürpriz sonu merak ederek izledim. Fakat benim için hayal kırıklığı oldu. Sanırım Shyamalan gibi yönetmenlerin süpriz son konusundaki başarıları benim sürpriz anlayışımı değiştirmiş.

Take Shelter iyi bir film, gerilimli, insanı merak ettiriyor, ayrıca oyunculuklar iyi. Sonundaki ucu açık durumla ilgili pek çok yorum okudum. Hangisinin bana yakın geldiğine karar veremedim. Evde bu tür filmleri izlerken çok zorlanıyorum, çoğunlukla yoğunlaşamıyorum, sanırım bunun da etkisi var. Yine de yönetmen Jeff Nichols ve oyuncu Michael Shannon'un üçüncü işbirliği olacak Mud isimli filmi merakla bekliyorum.




Daha önce yazdığım için tekrar etmiyorum. Ancak benzer bir konu son House MD bölümlerinden birinde de işlenmiş, yani ilgi çekici bir durum işleniyor filmde.

Son olarak Mubi.com'u keşfettim ve iki animasyon izledim. Bu arada ben kendimi sürekli dizi izliyor sanıyordum ancak bu şekilde listeleyince baya film izlediğimi farkettim. Bu başarıyı başka konularda da gösterebilsem keşke :-))

Tuesday, April 24, 2012

MUBI ve İki Animasyon

Mubi.com'u ilk kez Hürriyet Gazetesi'nde okudum. "Online Sinematek" olarak lanse edilen bu sitede, normalde bulup da izlemek zor sayılabilecek, "iyi" filmler yer alıyor. Kurucusu Efe Çakarel olan bu site dünya çapında. Yani milli duygularımızı öne alarak bir Türk girişimcinin eseri olmasıyla övünebiliriz. Filmleri "iyi" olmalarına göre seçiyorlar, popüler, çok izlenen filmler yok, seçiciler. Listelerinde Türk filmlerinden "Susuz Yaz", "Kaç Para Kaç " gibi örnekler var. Bunlar dışında Cannes ödüllü filmler, kıyıda köşede kalmış bağımsız filmleri de görebilirsiniz.

Adresi http://tr.mubi.com ve üyelik ayda 4,99 TL. Her gün yeni bir film gösterime sokuyorlar. Türkiye adresi birkaç ay önce açıldı. İlk duyduğumda büyük bir hevesle siteye girmiştim. Ancak çoğu filmde Türkçe altyazı olmadığından, hevesim kursağımda kalmıştı ve üye olmaktan vazgeçmiştim.

Geçenlerde 1 haftalık deneme süresi olduğunu gördüm. Yanlış bir zamanlama ile 7 günlük deneme süresini başlatmış bulundum. Yanlış zamanlama diyorum çünkü bu bir haftada mesaiye kalıp durdum ve haftaiçi film falan izleyemedim.

İzlediğim filmlere gelince:
1- Hırsız Kedi Paris'te - Une Vie De Chat
FilmEkimi 2011'de gösterilen filmlerden biriydi. Aslında Film Ekimi listemde yoktu, ancak Türkçe altyazılı olduğu için, MUBI'yi denemek amacıyla izledim. Çizimleri hoş, başrollerden birinde bir kedi var. (Kedileri çok seviyorum) Polisiye olması da ayrıca ilginç. Animasyon filmlerde polisiyeye rastladığımı pek hatırlamıyorum. İyi vakit geçirten bir filmdi. Heyecanlandığım, güldüğüm sahneler oldu. Animasyon severlere önerilir.
Hırsız Kedi Paris'te


2- Lascars
Bu da bir animasyon. Fransız filmi. Seslendirenler arasında Vincent Cassel ve Diane Kruger var. Bu filmi de Mubi İngilizce altyazılı olarak sunmuştu. İngilizce altyazıyla izlemek nasıl olur diye merak edip, bunu da denemiş oldum. Film Hırsız Kedi'deki naiflikte değil. Komik, eğlenceli, ancak argosu ve cinsel içeriği de mevcut. Beni güldüren birkaç karakter oldu. Hiphop müziğin ön planda olduğu, parasız ve üçkağıtçı gençler arasında geçiyor. Animasyon diye "şirin" ve hafif sanmayın yani.

Lascars

Sonuçta MUBI çok güzel bir site, ancak daha fazla filmde Türkçe altyazı olmasını isterdim. İngilizce altyazıyla  da izleyebiliyorum belki ama bazı sokak ağzı ve argo lafları anlayamıyorum. Kaldı ki görmek istediğim bazı filmlerde altyazı da yok, sadece İngilizce ses, birçok kısımda sıkıntı yaşayacağımdan eminim.

Monday, April 23, 2012

Sergi: Van Gogh Alive


En sevdiğim Van Gogh eserlerinden biri

Van Gogh Alive Sergisi'nden TV reklamlarıyla haberimiz oldu. Sponsor Abdi İbrahim reklam vererek pek çok kişiyi haberdar etti. Ben de bir Van Gogh sever olarak heves içerisindeydim. Ancak bu haftasonu fırsat buldum gitmeye. Body Worlds'den beri Karaköy Antrepo'ya yolum düşmemişti. Sergi 15 Mayıs'a kadar devam ediyor. Sonrasında Ankara'ya da gidecek.


Abdi İbrahim kendisi için iyi bir adım atmış, Borusan, Eczacıbaşı, Sabancı gibi sanat destekçisi devler arasına ismini görmek istemiş anlaşılan. Fakat bu sergi diğer devlerin adımları karşısında zayıf kalmış. İddialı bir TV reklamıyla ilgimizi çekip bizleri Antrepo kapısında kuyruk etse de, tatmin düzeyimizi yeterince yükseltemiyor. 


Buradan sergilerdeki Modern anne- babalara da seslenmek istiyorum: Çocuğunuzu sanatla içiçe ve de "her haftasonu ayrı bir aktivite" ile yetiştireceksiniz diye onların sürekli bağırıp etrafı kurcalamalarına seyirci kalmayın lütfen. "Yapma" denilmeyen bu modern yetiştirme tarzı etraf için zararlı olabiliyor.


Sergi nasıl? Sergi fena değil. İçeride yarım saat-45 dakika geçirmek tüm sunumu izlemek için yeterli. İçeri ilk giriş çok karanlık, korku filmi gibi. İnsanda beklenti yaratıyor. Sonrasında büyük bir salona giriyoruz, bir sürü kirişler var. Gözümüz karanlığa alışana kadar insanların üzerine basmamaya dikkat ediyoruz. (Yerde oturan insanlar oluyor evet) Duvarlara yansıtılan Van Gogh eserleri, klasik müzik ve Van Gogh'un mektuplarından alıntılarla gösteri gerçekleşiyor. 



Hem yazıları okuyup hem yansıtılanları izleyebileceğim bir nokta buldum, ancak orada bank yoktu. Bankı buldum, çok kalabalıktı, oturamadım. Adamlar kalkıp gitti ben banka oturdum, bu kez görüş açımdan yazılar okunmuyordu. Neyse sonunda vazgeçtim elimden geldiğince tadını çıkardım.

Daha küçük odalara sınırlı sayıda insan (ve insan yavrusu) alsalar, ve gösterinin başlangıcını yazsalar daha fazla verim alabilirdim. Kalabalık, koşturan çocuklar falan derken o müzik ve görüntülere kendini kaptırmak pek mümkün değil. Gidecek olanlara haftaiçini öneriririm.

Van Gogh'un eserleri ve klasik müzik etkileyici. Ancak eserlerin asıllarını görmek bana halen daha fazla zevk veriyor, henüz modern sanata bu kadar alışamamışım. Kaldı ki bu serginin sanatsal yönü tartışılır bence. Çıkışta fotoğraf çektirip, bilgisayar marifetiyle kendinizi bir Van Gogh eserinin içine oturtabiliyorsunuz, ben de bunu yaptım tabii ki eksik kalmadım. Çok matrak oldu, hoşuma gitti. Fotoğrafın tanesi 10 TL.

Theo'ya Mektuplar kitabını da satıyorlar, Van Gogh bardak altlıkları, eşarpları, defter-kalemleri de... Sergi sonrası alışverişte de kuyruk vardı. İlgi çektiği ve kalabalık olduğu için, ayrıca satışlar iyi olduğu için Abdi İbrahim başarılı bir işe imza attığını düşünüyor mudur? Bence ne yazık ki zayıf bir çaba. Belki niyet iyi ama yetersiz.

Friday, April 13, 2012

Film: Damsels in Distress

Bu aralar pek bir şey yazamıyorum. Bunun nedeni ne yazık ki yaşadığım yoğun ve sıkıcı dönem. Bir sağlık sorunu da araya girince, ne okuyabildim ne yazabildim.
Film Afişi

İstanbul Film Festivali'de aslında listemde olmayan Damsels in Distress filmini görme şansım oldu. Öyle büyük, etkileyici bir film değil, ancak güldüren yanları bol. Tam "pazar öğleden sonra" izlemelik... 

Oyuncular genç, çoğunu ilk kez izliyorum. Başrolde Greta Gerwig var. Tanıdık yüz olarak Analeigh TiptonCrazy, Stupid, Love'dan hatırlıyordum, bir de Adam Brody vardı benim için. Adam Brody'yi The O.C. dizisinden hatırlıyoruz. Bu diziden çıkıp da yol alan bir Adam var, bir de dizideki (ve bir dönem için gerçek hayatta) sevgilisi Rachel Bilson herhalde?

Greta Gerwig ve Adam Brody dans ediyor

Film ilk başladığında, konunun geçmişte geçtiğini sandım. Öylesine saf, günümüz bilincinden farklı bir havası vardı. Fakat hemen sonrasında bir üniversite kampüsünde hafif çatlak denilebilecek kızlar arasında geçtiğini anladım. IMDB notu 6.8 olan filmde hoş sahneler var, sonlara doğru dans sahneleri görebilirsiniz. Şirin bir filmdi, cumartesi sabahıma neşe kattı. (İlk seansta izledim) Ancak sinemadan çok DVD filmi havası olduğunu da söylemeliyim.

Damsels in Distess; İngiliz diline Fransızca'dan geçmiş, Kurtarılmayı bekleyen kadınlar anlamında bir tamlama. (Hani şu korkunç dev'in kurban kızı mağarasında bağladığı ve şovalyenin gelip kurtarması hikayesi) Filmin adı ve içindeki dans sahnesi 1937 yılı A Damsel in Distress filminden geliyor. (Tabii ki meşhur Fred Astaire'in filmi)


Sunday, April 08, 2012

Sunday, April 01, 2012

Film: Norveç'in Evlatları - Sønner av Norge

Film Afişi: Punk çocuk ve Çılgın Baba :-))

Norveç, Finlandiya, İsveç, Danimarka gibi ülkelerin filmlerini izlemeyi çok seviyorum. İlginç dilleri, soğuk iklimleri ve farklı yaşam tarzlarıyla ilgimi çekiyorlar. İstanbul Film Festivali'nde de bu Norveç filmini görünce hemen bilet aldım.

İyi ki almışım, gerçekten çok hoş bir filmdi. 

Film Norveç'te 2011'de gösterilmiş. Bir roman uyarlaması. 1979'da hafif çatlak sayılabilecek, ancak neşeli ve eğlenceli bir baba olan Magnus ve oğlu Nikolaj arasındaki ilişkiyi izliyoruz. Nikolaj o dönemde Sex Pistols ile hız kazanan Punk'a kendini kaptırır ve bir müzik grubuna gitarist olur. Babası ise gittikçe daha "tahtası eksik" hale bürünmektedir, Nikolaj'ı alıp çıplaklar kampına falan gider, Punk 'u anlamaya çalışır hatta sevmeye başlar. Nikolaj ise aslında sorunlarından kaçmaya çalışmaktadır.

Filmin süprizlerini kaçırmak istemem, bu nedenle yazmak istemiyorum, fakat aslında kendimi zor tutuyorum çünkü gerçekten anlatmak istediğim çok tatlı bir filmdi. Örneğin çıplaklar kampında geçen bölümlerde çok güldüm. Üstelik filmi annemle izledim ve birbirimizden rahatsız olabileceğimizi düşünmüştüm, oysa film o kadar şirindi ki birlikte gülmüş olduk.

Nikolaj'ın punk dinlediği ve "Hiçbir şeyi önemsemiyorlar! Onlar anarşist" diye hayran olduğu kısımlarda kendi punk dinlediğim zamanları hatırlayıp gülümsedim. Filmin bir yerinde Johnny Rotten'ın da görünmesi (Sex Pistols'un solistiydi) hoş bir ayrıntı. 

Ünlü Punk insanı Johnny Rotten

Öte yandan filmden çıkınca "Adamlar her işlerini halletmiş, sıkıntılarını böyle felsefik olarak çözüyorlar " demeniz mümkün. Çünkü baba, oğlunun isyankarlığına seviniyor, onunla anarşizm tartışıyor. Oğlunun saçını yeşile boyamasına gülüp geçiyor. Oysa bizim gibi ülkelerde bambaşka sorunlarla boğuşmaktan sıkılmış ebeveynler, yeşil saçı gördüler mi basarlar tokadı! Hatta çılgın ebeveyn olmak bile yasaktır: Komşular bırakmaz, mahalle susmaz, iyi analık-babalık yapamadın derler... Kısaca adamı canından bezdirirler. Hele okullar! Aman düşünmesi bile kötü!

Bir diğer çıkarım da "Kadınsız evin çivisi çıkar" şeklinde yapılabilir. Bu filmde de hafif deli babayı ancak bir annenin dizginleyebildiğini gördüm.

Kısa özet: Bulursanız izleyin, iyi vakit geçirirsiniz. :-)