Tuesday, December 31, 2013

2013 Sonu Bilançoları: Filmler

Her zamanki gibi berbat fotoğraf özürlerimle... :-(
2013 bitiyor, bilançolar yayınlanıyor. Ben de sizlere bu yılki bilançolarımı sunayım.... Önce filmler: 52 Film izlerim demiştim. Olmamış. Ama tabii belgesel falan da izliyorum, onları saymadım... Ayrıca birkaç tane yarım bıraktığım/atlayarak izlediğim film oldu... Liste tarih sıralı. Bunların 16 tanesini sinemada izlemişim.

1- Life Of Pi
2- Perks of Being a Wallflower
3- Silver Linings Playbook - yazısı burada
4- Bizim Büyük Çaresizliğimiz - yazısı burada
5- The Sessions
6- Safety Not Guaranteed 
7- Zerre
8- Woody Allen: A Documentary - yazısı burada
9- Frances Ha
10- Kelebeğin Rüyası
11- Lizbon'a Gece Treni
12- Byzantium
13- Kaybedenler Kulübü
14- The Great Gatsby - yazısı burada
15- Easy A
16- Friends with Benefits
17- Star Trek
18- On The Road
19- Star Trek: Into Darkness
22- Chasing Amy
23- Mr. Nobody
24- Happythankyoumoreplease
25- World War Z - yazısı burada
26- Bernie
27- Jobs
28- Wonderlust
29- the Good Night
30- You Instead
31- Coco Chanel
32- Before Midnight
33- He's not that into you
34- Adore (Perfect Mothers) - yazısı burada
35- Diana - yazısı burada
36- Seven Psychopaths
37- Thor
38- This is The End
39- The Virgin Suicides
40- The Hobbit: Unexpected Journey - yazısı burada
41- The Hobbit: The Desaloation of Smaug - yazısı burada
42- The World's End
43- Gravity
44- 47 Ronin - yazısı burada
45- Agora

Tiyatroya da gittim: 
Antonius & Kleopatra (iyi gibi)
Sherlock Holmes (eh)
Seninle Evlenir miyim? (berbat)

Tiyatronun can çekişen bir sanat dalı olduğunu ve beni hiç tatmin etmediğini hatta beni resmen sinirlendirdiğini söylemek zorundayım. Yine de Antonius & Kleopatra'daki performansından sonra izlediğim Kleopatra belgeselinde zihnimde sürekli Zerrin Tekindor'u gördüm, o ayrı bir konu...

Frances Ha bu yılın en iyi filmleri listelerine girdi, ben festivalde izlediğimden, yılın başlarında görmüştüm, çok sevmiştim. İlgili yazı olarak 5harfliler'de bir yazı vardı ancak link veremedim, yazıyı tavsiye ederim.

En büyük hayal kırıklıklarım Diana, The Sessions, Mr. Nobody (bu geçmiş yıllardan bir film), This is The End oldu.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Lizbon'a Gece Treni, Frances Ha, Safety Not Guaranteed, Zerre, You Instead, Before Midnight, Adore izlemenizi tavsiye edeceğim filmler... (Her türden filmler var yani bu tavsiye listemde)

Her hafta sinemaya gidebildiğim bir yıl geçirsem çok mutlu olurum, ancak ne yazık ki bu olamıyor ve sadece her hafta bilgisayarda da olsa "bir şeyler" izleyebiliyorum. Buna da şükür mü desek?


Sunday, December 29, 2013

Film: 47 Ronin

Merhabaaaaa!!! 2013'ün son günlerinde sizlere coşkulu bir merhaba sunuyorum.

Biliyoruz ki kış ayları sinemanın popülerliğinin arttığı zamanlardır. Aslında bence yazın sinemaya gitmek daha hoş, çünkü klimalı ortamda film izlemenin tadı bambaşka oluyor. Neyse, düşündüm de ben bu blog yazılarında fazla ılımlıyım. Genel olarak hayatta fazla ılımlıyım. Biraz içimdeki öfkeyi yansıtmaya çalışacağım 2014'te.
Yazıklar olsun yanıltıcı poster...

Buna film yorumlarımdan başlayacağım:

47 Ronin çok salak bir film olmuş, oturun sıfır. 

Ne güzel başlangıç yaptım, değil mi? Aslında film fena başlamıyor ama sonra nasıl toparlayamamışlar bilemedim.
Bu yazı için Google'dan 47 Ronin aradım aşağıdaki tabloyla karşılaştım. Komediye bakın:

Romen Leyi kaç para merak ediyorsunuz, değil mi?

Şimdi bu filmin yönetmeni Carl Rinsch diye bir abimiz. Kendisinin IMDB sayfasında görüyoruz ki pek bir film çekmemiş. Ama Holivud güvenmiş kendisine bu kadar büyük bütçeli filmi emanet etmişler. Saygı duyuyorum. Kariyerinde başarılar diliyorum.

Keanu Reeves ile ilgili pek bir duygum yoktur, fena adam değil, biraz boş bakıyor. Ama uzun saç sakal yakışmış hoş olmuş. Filmde acıklı bir aşk hikayesi de var, gönül telime dokundu. 

Uzun zamandır bu kadar 3 boyutun anlamsız kaldığı bir film izlememiştim. 2 boyutlu da izleyebilirdim. Gurur, onur, samuray demişler... 46 tane adam gururu için intikam almaya kalkıyor bizim Keanu kadın uğruna yollara düşüyor. Ayrıca Keanu'nun ikinci sınıf vatandaş olmayı kabullenmesi, non-stop zavallı boynu bükük mülteci olarak gezmesine rağmen "ben öldürme sanatına sırtımı döndüm çünkü coolumdur" tavrı içi boş ve komedi bir tavır. Bir diğer sıkıntı da ezilen halkların temsilcisi mülteci Keanu'yu sürkli itiyorlar ama işin sonunda cezalandırmaya gelince "sanki birinci sınıfmış gibi" cezalandırıyorlar. Adam gün yüzü görmüyor be? Bari imkansız aşkıyla tutkulu bir vuslat yaşasaydı diye film boyu bekledim filmin sonunda kızın elini tuttu. 

Ne dövüş sahnesinde iş var ne aşkında ne 3D'sinde iş var böyle film olmaz arkadaşlar. Ayrıca posterde yanıltma var. Posterde kurukafalı dövmeli korkunçlu adam fotoğrafı var, o adam 20 saniye göründü. Belki ben o adam için girdim filme?!

Aslında 47 Ronin Japon tarihinde anlatılan bir olay. 1700'lerde geçiyor... İngilizce olarak Wiki'den okuyabilirsiniz. Ronin; Lideri olmayan Samuray, başıboş savaşçı anlamında bir kelime. Bu konuda pek çok film vardı zaten. Ancak Keanu'nun uyarlamasında büyüler gerçekdışı olaylar da mevcut.

Kısaca 47 Ronin efsanesine ilgimi bile çekemedi bu film. Bu konudaki başka filmleri izlemenizi tavsiye ederim. IMDB'de 6,8 almış. Eh işte der geçerim.


Sunday, December 15, 2013

Film: The Hobbit - The Desolation of Smaug


Merhaba. Sanırım bir alışveriş merkezi sinemasında 3D gözlük takmak ve fanstastik bir dünyaya adım atmak istiyorsunuz? Doğru adres The Hobbit...

İç kapaktaki harita.
The Hobbit'le ilgili kendi anılarımı da anlatayım hemen. Bendeki kitap 1996 'da basılmış. Ben ortaokul'da okudum diye hatırlıyordum ama emin de olamıyorum şimdi, çünkü o yaşta ortaokulda değildim? Her neyse. Kitabı bana dedem hediye etmişti. 325 sayfalık görece kısa, 600.000 TL de fiyatı varmış 6 sıfır atılmamış hey gidi.

Takdir edersiniz ki kitapla ilgili pek bir şey hatırlamıyorum. Filmi izlemeden önce kitabı tekrar okumaya da vaktim olmadı. Koskoca film eleştirmenleri, işi bu olanlar bile bu bahaneye sığınabiliyor da ben neden sığınamayayım, değil mi? Vaktim yok!

Filmin yönetmeni Peter Jackson  daha önce Yüzüklerin Efendisi gibi kendi hayran kitlesini yaratmış, kitabın fanatiklerini bile memnun edebilmiş 3 filmlik seriye imza atmıştı. Peter Jackson ismini duyunca insan, Tolkien'in hikayesi emin ellerde, Hobbit'i güvenle izleyebilirim diyor ister istemez. Ancak salondan aynı hislerle ayrılamadım. Çünkü ne olursa olsun Hobbit bir masal. Masalları seven yetişkinler bile olsak, masalların aslında çocuklara hitap ettiklerini ve yazar Tolkien'in de aslında bu hikayeyi çocuklarına yazdığını unutmamak gerekiyor. The Hobbit bir çocuk filmi değil, tamam, zaten PG 13 demişler, ancak çocuksu havası nedeniyle seyirciyi tamamen tatmin etmesi de zor.

İlk film The Hobbit: An Unexpected Journey, IMDB'de 8 puan almışken, şu an ikinci film Desolation of Smaug 8,7 puanda. İşte bu bence tamamen Tolkien fanatiklerinin abartması. Yüzüklerin Efendisi'nin bile puanları 8,7-8,9 aralığında... Hobbit bir Yüzüklerin Efendisi değil.

Kitaptan bir görüntü

Beğenmeyeceğiniz, burun kıvırabileceğiniz pek çok ayrıntı da yeri yerinde. Özellikle kitapta olmayan karakterler eklenmesi, Legolas'ın Yüzüklerin Efendisi'nde yarattığı karizmanın bu filmde çok sönük kalması, müziğin eksikliği vs vs. Ancak çok beğenilecek oyuncular var, örneğin bir ejderha var ki seslendiren Benedict Cumberbatch! Macera, dövüş ve kovalama sahneleri de ilgi çekici. 

Benim bu tür bir filmden, özellikle Tolkien gibi derin bir yazarın kitabından uyarlama bir filmden beklentim olan felsefe yanı eksik. Tamamen aksiyon, çok ufak sorgulama pırıltıları var onu da Yüzüklerin Efendisi'ni bilmeyen veya kitabı okumayan anlamaz. Bu nedenle bu dünyaya tamamen dalmak istiyorsanız, tabii eksik bırakmayın, Hobbit'leri izleyin. Ancak filmden "daha başka bir şeyler, bir derinlik mesela" bekliyorsanız... Vazgeçebilirsiniz. Filmden çıkınca artık beni Tolkien'in hayatıyla ilgili film haberinin daha çok heyecanlandırdığını farkettim. Yaşlandım demek.



Filme sonradan eklenen kadın karakter konusunu da düşündüm; malum, dünyamızdaki "kadına bakış" ilgi alanıma giriyor. Tolkien dönemin tavrına da uygun olarak kitabı tamamen bir erkek hikayesi olarak yazmış. Yüzüklerin Efendisi'ni okurken büyük bir umutla kadın karakter beklediğimi, uydurma isimlerden cinsiyetleri tahmin edemeyip sinirlendiğimi hatırlıyorum. Günümüz şartlarına uygun olarak kadın karakterler eklenmesi, filmi pazarlaması için ve benim gibi "kadın karakter hastası" insanlar için tabii iyi. Ancak ne yazık ki yine bu kadın karakter derinlikten uzak. İyileştirici büyü yapabilen bir hemşire, güzelliğine rağmen iyi dövüşen neredeyse mert (?) ve tabii ister istemez kendini bir aşk ilişkisinde veya üçgeninde bulan biri olabilir ancak. Bir kadın, hele bir kahramanlık ve macera filminde aşkın öznesi ve/veya hemşireden başka ne olabilir ki?! Erkek dünyasında böyle görülmesi acıklı bir gerçek. Yine de hiç yoktan iyidir diye sevinmeli mi bilemiyorum...

En sevdiğim karakter Bard oldu, sonrasında Smaug (Ejderhamız)... Yani Lost'daki Kate olarak tanıdığımız Evangeline Lily'nin filmdeki yegane kadın karakter olarak, üstelik savaşçı bir elf olmasına rağmen, beni hiç etkileyememesi onların ayıbı!!!


Bu elf arkadaşların kafalarındaki tac bile zarif ve doğa dostu ^_^ Poster http://www.movieweb.com'dan.


Yazıya ara verdiğimde Hobbit'i tekrar okumaya başladım. Kitabı okumak bana tanıdık bir dostla konuşma hissi veriyor, yüzümde gülümseme. Hatırlamıyorum yazılanları ancak o bildik havası çok hoş.

Diğer karakterlerin posterleri için :http://www.movieweb.com 'a bakabilirsiniz. Bu karakter Bard.



Thursday, November 14, 2013

Kitap : L. J. Smith - Vampire Diaries (Vampir Günlükleri)

Son zamanlardaki “vampir çılgınlığını irdeleyelim” ve “Bizim zamanımızda Buffy The Vampire Slayer ve Vampirle Görüşme vardı nostaljisi”ni bir kenara bırakıyorum. Konuya giriyorum: Vampire Diaries’in ilk 3 kitabını okudum. Dizinin ise yalnızca ilk bölümünü izledim. Ben İngilizce E-Kitap olarak okudum ancak Türkçe’de Artemis yayımlamış. Popüler gençlik kitapları. Her kitap yarım gün-bir günde bitiyor.

(İngilizce kitap okumaya çekinenlere, alıştırma olsun diye okumaya çalışanlara tavsiye ederim, basit bir dili var)

Seri ilk olarak 1991’de yayımlanmış. Her zamanki gibi geç yakalıyoruz mevzuyu. Twilight'tan iyi olduğunu söyleyebilirim. Ancak edebi şaheser zaten değil ve beklentiniz yalnızca iyi vakit geçirmek olmalı.

1- Vampire Diaries: The Awakening: Bu kitapta karakterlerle tanışıyoruz. Elena isimli güzel ve soğuk bir kızımız, Stefan isimli de Floransa’lı bir vampirimiz var. Kitabı okurken Floransa’daydım benim için pek manidar oldu. Gerçi Floransa’dan hiç bahsedilmiyor. Herneyse... Aşk, gizemli olaylar, vampirler derken olaylar gelişiyor. Stefan’ın erkek kardeşi Damon da işin içine girince ortam şenleniyor.

2- Vampire Diaries: The Struggle: Bu kitapta Elena ve Stafan’ın aşkı tam gaz devam ederken kasabada çeşitli tuhaf olaylar oluyor ve işler iyice karışıyor.

3- Vampire Diaries: The Fury: Son kitapta şaşırtıcı birkaç manevra ile heyecan arttırılıyor, kötü karakter olarak tanıdığımız bazı isimler temize çıkarken, büyük düşmanın kim olduğu ortaya çıkıyor. Kitap çok bilindik formüller üzerinden gidiyor, dili ağır değil, konular şaşırtıcı değil. Bunlara rağmen okuması sıkıcı diyemem. Kısa sürede okunuyor, benzerlerine göre daha gerçekçi ve ayakları yere basan bir konusu var. Bir de en hoşuma giden şey yanlış anlaşılmalardan beslenmemiş. Hani kız birisinin kulağına bir şey fısıldar ve sevgilisi uzaktan görüp öpüşüyorlar sanır ve 500 sayfa boyunca bu yüzden nedensizce küs kalırlar... EN NEFRET ETTİĞİM FORMÜL. Filmlerde bu olduğunda kalbim sıkışıyor çarpıntım başlıyor.

Dizinin henüz yalnızca ilk bölümünü izledim. Şu an 5. Sezon devam ediyor ve bu durumda 96 bölüm daha izlemem gerekiyor ki güncele yetişebileyim. Tabii böyle bir şey yapıp yapmayacağımı henüz bilemiyoruz. Ama yapabilirim. Çünkü Amerikan liseli gençliğini anlatan güzel kadın ve yakışıklı adamların yer aldığı fonunda rock müzik çalan dizileri izlemek benim için bir yaşam biçimi... Dizi kitaptan baya farklı, ana konuyu alıp değiştirmişler. Karakterler ekleyip çıkarmışlar vs. İlk dikkatimi çeken biraz daha cesurlaştırılması oldu. Örneğin uyuşturucu, cinsellik gibi konuların adı geçti. Kitap gençlik kitabı olduğundan bunlara değinmiyordu. (Dizi de gençlik dizisi ama 1991’den bu yana gençler raylarından çıkmış demek?) Ayrıca kitaptaki kızıl saçlı arkadaşımız dizide siyahi. Hala “Beyaz dizisi/siyahi dizisi” ayrımının yaşandığını gözlemlediğimiz için önemli bir rolde siyahi bacımızı görmek beni memnun etti. Gerçi kitapta bu karakter kızıldı ve ben kızıl saçlı insanları çok severim ayrıca Buffy severler de bilirler ki cadı/telepatik dediğin kızıl saçlı kız olur?!

Dizinin başrollerindeki güzel insanların aşk hayatları, Elena'yı oynayan kızın güzelliği ve giydiği giysiler vs de ilgi alanıma giriyor fakat buraya yazacak kadar bilgili değilim. Zaten bunları bir sürü fotoğrafla açıklamak gerekir, onunla da uğraşmak pek istemiyorum şu an. :-( Özürlerimle, sevgiler...

Kitap: Veganizm: Ahlakı, Siyaseti ve Mücadelesi - Z. Kalkandelen & C. Başkent

Zülâl Kalkandelen ve Can Başkent'in bu kitabı bir söyleşi. İlk zamanlar bedel ödemeden e-kitap olarak bilgisayarınıza kaydedip okuyabiliyordunuz, ben de öyle yapmıştım. Ancak şimdi Link'e gittiğimde 5 TL olduğunu gördüm. Böyle bir çabayı desteklemek için 5 TL'yi vermek gayet uygun diye düşünüyorum.

Zülâl Kalkandelen'i çeşitli gazetelerdeki müzik yazılarından biliyordum, ayrıca twitterda takip ediyorum. İşin ilginç yanı, Zülâl Hanım'ı takip etmeme rağmen, çoğunlukla fikirlerine katılmıyorum. Özellikle kendisini takip edenlerle girebildiği tartışmalarda verdiği cevaplar hoşuma gitmiyor. Twitter'da çoğunlukla "dalga geçme" üzerinden yürüyen ve betonlaşmış her değere saldıran bir espri anlayışı var, gelen yorumları bu bağlamda değerlendiremeyip, büyük bir sinir ve ciddiyetle cevap veriyor. Bu da takip ettiğim bir twitter hesabında kesinlikle aramadığım özelliklerden! (Ancak "ben bu insanlarla uğraşmak zorunda değilim" derse o da kendince haklı olacaktır, bir şey diyemem) Siyasi konularda yazdıklarının da çoğu bana uymuyor. Fakat müzik/konser eleştirilerini güvenilir bulduğumdan takibe devam ediyorum.

Vegan değilim, vegan birkaç kişiyle yeni tanıştım. Bu da yine Twitter sayesinde oldu. Vegan olabileceğimi de sanmıyorum. Bundan önce Jonathan Safran Foer'ın "Hayvan Yemek" kitabını okurken endüstriyel hayvan yetiştiriciliği, sağlıksız şartlar ve vicdan konusu ilgimi çekmişti. Vegan/vejetaryen beslenmeye ilgim sağlıklı beslenme ve endüstriyel hayvancılık konularının ötesinde değil aslında. Bu nedenle bu kitabın hedef kitlesine az çok uygun olduğumu düşündüm: Vegan değilim ancak konuyla ilgiliyim. Bilgisiz(d)im.

Söyleşiye geleyim: 3 Bölümden oluşuyor: Beslenme ve Sağlık, Politika ve Ekonomi, Ahlak ve Etik. Kitabı ilgiyle okudum fakat ne yazık ki tam da beklediğimi vermedi. Özellikle sonlara doğru vegan olmayanları ötekileştiren bir söylem var. Üstten bakıyor, ukala bir tavır var. "Vegan dediğin solcu olur" gibi bir bakış açısı var ki zaten insanların veganlarla dalga geçme nedenleri bu tür söylemler... Twitter kullananlar farkındadır belki, twitterda "troll" diye tabir edilen kişiler vardır, anonim hesap kullanarak her şeyle alay etme eğilimindeler. Birkaç tane böyle hesabı olan arkadaşım var ve benle sürekli "vegan solcu" diye dalga geçiyorlar. Bu konularda okuyorum, duyarlı ve bilinçli olmaya çalışıyorum diye... Bazen kızıyorum fakat çoğunlukla gülüyorum. Çünkü birilerine hakaret olarak "vegan solcu tavırların var" demelerinin nedeni tam da bu üstten bakış ve sürekli duyarlı olduğunu iddia etmek. Neyle alay ettiklerini biliyorum ve ben de bu hataya düşmemeye çalışıyorum. Durmaksızın "toplumu bilinçlendirmek için" yaşıyor gibi görünüp, "en doğru benim söylediğim" derseniz, gülünç duruma düşersiniz.

Bir diğer tartışma konusu tabii, "ülkede bu kadar sorun varken mevzu veganlık mı olmalı?" Evet gündemde birinci sırada olması mantıklı olmayabilir ancak sağlıklı beslenmeye çalışırken, organik tarım/tavuk yetiştiriciliği gibi hepimizi yakından ilgilendiren konular gündemdeyken, bu da ilgilenilmesi gereken bir sorun. Örneğin yiyecek etiketlerine vegan beslenmeye uygun olup olmadığının yazılması gibi ufak adımlar bile çokça değişikliğe neden olabilecek. Çalıştığım şirkette yemekhanede vejetaryen yemek menüsü bulunuyor, fakat herkes bu kadar şanslı değil. Hiçbir lokantada yiyecek içeriğiyle ilgili sağlıklı bilgi almak mümkün değil. (Belki çok pahalı ve havalı olanlarda bu şans vardır) Bizden farklı insanlara saygı gösterme konusu bu gibi konularda öne çıkıyor bence. Alerjisi olanlar, bazı besinlere intoleransı olanlar, veganlar, üreticilerin unutmaması gereken kişiler. Bilinçlendirme adımlarını da sayıca oldukça az olan veganlar atmak zorunda kalıyor.

Kitabın yazarlarıyla ayrıldığım nokta benim zaten duyarsız ve saldırıya hazır bir toplumda yaşadığımızın farkında olmam sanırım. Çünkü vegan olmak gibi ahlaki, dini, biyolojik pek çok boyutu olan ciddi bir konuda dönüp "Vegan olmuyorsunuz çünkü gerçeklerin farkında bile değilsiniz... Cahiller" gibi bir tavır sergilemek inanılmaz antipatik. Kitapla ilgili Bianet'te bir yazı çıktı, benim de dikkatimi çeken ve hatta okurken beni sinirlendiren "üstten bakış ve ukala tavır"dan da bahsedilmişti. Can Başkent yazıya saygılı bir cevap verdi, Twitter'da görüp okudum. Yazılanları dikkate alacaklarını söylemiş ve yazıdaki bazı bilgi eksikleri/hatalarını düzeltmiş. Bu nedenle bu hataya düşme nedenlerinin kitabın söyleşi şeklinde olması olabilir diye düşünüyorum. Arkadaşça sohbet ederken keskin laflar etmekte bir sorun yoktur ancak kitap olarak hazırlarken biraz da olsa politik doğrucu olmakta fayda var. Politik doğruculuğu tavır olarak hatalı bulanlar da olduğunu biliyorum evet. Ancak insanları veganlıkla ilgili bilinçlendirmeye çalışırken dönüp benim gibi konuyla ilgili ancak bazı nedenlerle vegan olmayan insanları aşağılamak hedefledikleri insanları da kaçırmalarına neden oluyor.

Özellikle ilk bölümlerde güzel tartışmalar ve fikir yürütmeler var, insanın düştüğü ikilemler, sağlık B12 vitamini ve protein eksikliği iddiaları gibi. Ahlak & Etik kısmına geldiklerindeyse yazarların üstüne basa basa sürekli Marxist ve solcu olduğunu söylemeleri başlıyor. Burda üstten bakış devreye giriyor. (Yoksa bir konuyu Marxist bir kişinin bu açıdan ele alması zaten mantıklı) Dünyadaki solcuların genelde vegan olduğunu veya en azından siyasi toplantılarında vejetaryen mutfak hazırladıklarını, Türkiye'deki solcuların ise hem kadına hem hayvana bakışının sakat olduğunu söylemişler. Buraya kadar güzel, fakat sonraki cümlede "ben bu adamları ciddiye bile almam, solcu saymam" demeleri hafif tabiriyle insanı biraz sinirlendiriyor. Katılmadığımdan da değil, mevzu bizim devrimci geleneğin daha emekleme aşamasında olması. Daha kadın hakları için mücadele ediyoruz. Daha kürtaj hakkımız için bile oturup beyfendileri ikna etmek zorunda kalıyoruz. Daha kadın haklarını bile bizim için ve neredeyse bize rağmen savunan adamlar var ortada, iki dakika susmuyorlar ki kadın konuşsun. Solcuların çok "bilinçli ve düzgün" insanlar olduğunu varsaymak hayalperestlik çünkü hepimiz bu toplumun çocuklarıyız. Can Bey ve Zülâl Hanım öyle bir tablo çiziyorlar ki memlekette solcu kalmıyor. Yaklaşık 10 kişiyle devam edecek Türkiye solu... Hem vegan hem kadına saygılı hem Marx bilen hem şu hem bu. Üst insan hayali çoğumuzda var anlaşılan. Sadece çorbasını satmak için "içinde valla et suyu yok" diyen, sonraki müşteriye ise "çorbamız et sulu" diyebilen cahil lokantacıyı aşağılamakla bir yere varmamız mümkün değil ki? Türkiye gerçeği bu, insanların ilk hedefi para kazanmak ve karnını doyurmak, ahlaki ve insani kaygılarımız çok sonra geliyor doğal olarak.

Kısaca Türkçe'de böyle kısa, anlaşılır, bilgi veren bir kitap olması güzel. Beğenmediğim kısımlar da benim çok bilmişliğimden olabilir, sonuçta "bilgisizim" desem de çoğu kişiye göre veganizm hakkında daha fazla şey biliyorumdur. Ayrıca beğenmeyelim ki tartışma olsun, ilerleme olsun. İlk olduğu için sıkıntılı noktaları olabilir ve fazla kişiye ulaşamayabilir. Önyargıları yıkmakta bir adım olacaktır. Zamanla bu tür daha çok kitap/yayın olur umarım. 1 Kasım Dünya Vegan Günü'nü de 13 gün gecikmeli olarak kutlamış olayım.

Thursday, October 24, 2013

Kitap: Emma Donoghue - Oda (Room)

Uzun zamandır yazamıyorum zaten uzun zamandır her şey çok karışık geliyor. Hayat çok hızlı akıyor gerçekten. 

Bu da benim Nook ve kitabın kopyası. Türkçe kitabın kapağı çok daha güzel olmuş...
Bayram tatilinde bavulda kitapların yer kaplamaması için yanıma Nook'u aldım. Böylece e-kitap okuma şansım oldu. İngilizce okumam gerekti, e-kitap okuyucumdaki kitapların çoğu İngilizce. Ben de yollarda kafamı yormayacak ve dili beni zorlamayacak kitapları seçtim. Bunların ilki Emma Donoghue - Oda'ydı. Oda Doğan Kitap tarafından basılmıştı ve geçen yıl (2012) pek çok blogta hakkındaki yorumları okumuştuk. Aslında kitap 2010-2011 yıllarında baya popüler olmuş, New York Times bestseller, Man Booker Ödülü adayıymış biz de -neredeyse- tüm dünyayla birlikte okuyabilmişiz. 

Emma Donoghue bu kitabı yazarken Fritzl Olayı'ndan etkilenmiş. Hatırlar mısınız bilmem, 2008'de Avusturya'ya Josef Fritzl isimli kişinin öz kızını yıllarca hapsettiği, kızın doğurduğu çocuklarla birlikte durmadan tecavüz ve şiddete maruz kalarak hücrede uzun yıllar geçirdiği ortaya çıkmıştı. Kitapta da benzeri bir hikaye var, yalnız burada ensest söz konusu değil. Bu da kitabın çok da "kalp parçalamadan" okunabilmesini sağlıyor. 

İlk bölümlerde 5 yaşındaki Jack ve annesini izliyoruz, olayların hepsi Jack'in gözünden anlatılıyor. Bu nedenle aslında kan dondurabilecek detaylar, Jack'in "olayları tam anlayamayışı" ve saflığı sayesinde kolayca okunuyor. İlerleyen bölümlerde Jack ve annesinin tam olarak nasıl bir süreç yaşadıklarını anlamaya başlıyoruz. 

Merakla okuduğum bir kitap oldu. Bir çocuk gözünden anlatıldığından, İngilizcesi de beni zorlamadı. Başlarda "Hep böyle acıklı ve tek mekanda geçen bir öykü mü okuyacağım?" diye düşünürken, ortalarda "Daha ne olabilir, nasıl sonlanacak?" diye sordum kendime.  

Kitabı okuduktan sonra wikipedia'da bu tip olaylara baktım. Bakmaz olaydım, görmez olaydım. Zaten duyuyoruz, okuyoruz ancak böyle olayların çokça yaşanmış olması gerçekten insanı yaralıyor. Kendi çocuklarını hapsedenler olduğu gibi, kaçırdığı kadınları/kız çocuklarını hapseden adamlar da var. Çoğunlukla Avrupa ve ABD'deki olayları yazmışlar, ancak bizim ülkemizde de benzeri 3. sayfa haberlerine aşinayız. Bizdekiler genelde "zeka geriliği olan kızı bodruma zincirleme" şeklinde gerçekleşiyor, gelişmiş ülkelerdeki sapıklar ise fikri geliştirip oldukça teknolojik çözümlerle kaçırdıkları kişileri yıllarca etraftan saklamayı başarmışlar(!) 

Sevimsiz konu, ortalama üzeri bir okuma deneyimi.  

Wednesday, September 25, 2013

Film: Diana ve Adore - Naomi Watts

Arkadaşlar Naomi Watts güzel ve yetenekli bir hanım. "Biliyoruz" dediğinizi duyar gibiyim.
Şu an kendisini Diana rolüyle izlemeniz mümkün... Ben sizler için izledim: Boşuna para vermenizi engellemek istedim. Tanrı torrenti kutsasın.

Bu sert girişin ardından, son günlerdeki Naomi Watts mevzularına bakalım:

İlk film Adore - IMDB Notu 6.1
Adore'de yalnızca Naomi yok, bir de Robin Wright var. Ayrıca ismini bilmediğim yakışıklı iki genç adam var. Film daha önce festivalde gösterilmişti, ben kaçırmıştım. Doris Lessing'in öyküsünden uyarlama -ki bu bilgiyi duyunca filmin adını acı içinde haykırdım haliyle- filmde çocukluk arkadaşı iki kadın, birbirlerinin oğullarına aşık oluyor. Sahilde, deniz kenarında, Avustralya'nın güzelliğinde geçen filmi izlerken insan "hayat yaa... valla normal, olur böyle şeyler yani. neden olmasın? aşk işte" gibi bir hisse kapılıyor. Oysa fragmanı izlerken filmin erotik gerilim olduğunu, ahlaki olarak da bu karakterleri yadırgayacağımı sanmıştım.

Bu afişi görüp de filmi merak etmemek mümkün değil bence. O mavinin tonu nedir arkadaş?!?!
Memleketimizde başkalarının hayatına merak ve burun sokmaca artarken, ahlak kişiye bile değil, artık tüm topluma dayatılan bir baskı unsuru olmuşken, benim gittikçe "rahat" düşünmeye başlamam ve "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" mantığına geçmem ironik oldu. Önceden rahatsız olacağım durumlar şu aralar bende "amaaan sen de" hissiyatı yaratıyor. Bu film için de aynı şeyi düşündüm. Bir diğer konu da kadına ve anneye bakış açısı herhalde. Bizim toplumda malum, kadın anne olunca kutsanıyor, fakat sözde kutsanma, aslında boynuna ilmek geçiriliyor. Artık "bir anne böyle davranmaz", "anne fedakardır" gibi sözlerle baskılanan, kurallarını kimin koyduğunu bilemeyeceği bir dünyaya adım atmış oluyor. Bu filmdeki kadınlara ise dönüp "Bir ana böyle mi davranır" diyemiyoruz, çünkü onlar birey, kadın... Tutku, aşk, erotizm gibi konuları "aklına getirebilen", kendi kararını alabilen insanlar. (Oysa bir anne asla birey olarak kendi kararını almaz, değil mi?)

- Ek bilgi olarak yönetmen Anne Fontaine daha önce Coco Avant Chanel ve Natalie filmlerini yönetmişti. Coco'yu yeni izledim, pek güçlü bir film değildi ne yazık ki.

İkinci Film: Diana... IMDB Notu 4.2

Fotoğrafını ekleyemedim blogger'da bir yamukluk oldu. İdare edin.

Naomi Watts ağzını çarpıtıp boynunu bükmüş, bu sayede bir Leydi Di olmuş. Filmde Pakistanlı cerrah Hasnat Khan ile olan aşkı anlatılıyor. Baya anlamsız bir film. Leydi Di ve kraliyet hayranlığım yoktur, Kate Middleton'ın giysilerini takip ettiğimi itiraf etmeliyim, tamam, ama kraliyet ve monarşi kaldırılması gereken köhne bir baskıcı asalak sınıfıdır benim gözümde. Bu nedenle Diana'ya ağlayan ve sürekli "ne bahtsız kadınmış, neler çekti canım benim prenses de olsan talihli olmayabiliyorsun" şeklinde vahlanan insanları anlayamıyorum. Kısa keseyim, çok bilgim olmadığından gidip Wikipedia'ya Diana'nın hayatını okudum. "Üniversitede yemek dersi almış, arkadaşlarının evlerini temizlemiş" diye bir bilgi var. Filmde kendisi makarna yapamıyor. Ama temizlik yapıyor tamam... Sonra demişler ki Diana evliliği sırasında iki kişiyle ilişki yaşadı. Filmde Hasnat Khan'la tanışma ve flört hikayesini gören bizler, Diana 20 yaşında Prens Charles'la evlendikten (flörtsüz falan) ayrılana kadar bu masumiyeti hatta şapşallığı devam etmiş sanıyoruz. (Çünkü sürekli boynu bükük geziyor ya... Ondan herhalde) Yanlış yönlendirme var bence Wiki'ye güveniyorum bu konuda.

Kısaca Diana'nın makyajı giysileri vs güzel ama film derinlikten uzak. Hatta edebiyat parçalamayayım direkt konuşayım: Pazar günü DVD filmi. O da kadınlar için yani erkekler komple kaçsın. Koskoca Leydi de olsan adamı tavlamak için sevdiği yemeği ısmarlayıp futbol izlemen gerekiyor TV'de. Büyük hayal kırıklığı. Bir de Naomi Oscar'ı sonunda bu filmle alır diye bekliyorduk. Yazıklar olsun.

Son olarak Holivud'un "İranlı şair Rumi'den alıntı yaptım bebekim" gibisinden sevimlilikler yapması ve her Ortadoğulu rolüne sürekli göz kırpıştırıp bana Lost'taki rolünü anımsatan Naveen Andrews'ü yapıştırması yasaklansın.


İki filmden tabii ki Adore'u seçin. Naomi'yi sevin. Benle birlikte "Acaba Nicole Kidman Grace of Monaco filminde yeterince fantastik mi?" diye meraklanın. (Fragmandan gördüğüm kadarıyla yine giysileri ve makyajları seveceğiz, Nicole'a güleceğiz, filmi Tim Roth kurtarmıştır umarım)

Monday, September 23, 2013

Kitap: Uwe Timm - Sıcak Yaz


ilginç foto çekeceğim derken taslaklarda kalmış yazı, çekemedim de foto falan. mecburen kendi çektiğim fotograf olmadan yayınlıyorum...
 D&R'ın bazı Can Yayınları kitaplarını 5 TL'ye sattığı dönemde almıştım bu kitabı. Daha önce Sabit Fikir'de okumuştum Uwe Timm ile ilgili bir şeyler, bu nedenle adı aklımdaydı. İsteyerek/bilerek aldım kitabı kısaca.

Zaten kaçırmayacağım türde bir kitap olmasını '68 öğrenci hareketi içinde geçmesine borçlu. Kapaktaki fotoğraf da bu dönemden alınmış. Üniversite öğrencileriyle ve toplumsal olaylarla ilgili kitaplar hep ilgimi çekiyor. Bir de olayları roman türünde yani kurgusal anlatımla okuyabiliyorsam çok mutlu oluyorum.

Ullrich isimli apolitik, sık sık sevgili değiştiren, bunalımlı bir genci izliyoruz. Bir türlü bitiremediği ödevleri, raporları yazmaya çalışırken kendini sol örgütlenmede buluyor. 68'de yükselişe geçen rock, uyuşturucu maddeler, öğrenci olayları, Ullrich'in ailesiyle sorunları, gençlik bunalımları derken kitabı 1-2 günde okudum. Eylemler, örgütlenme ve "ne yapmalı" sorusuna aranan cevaplar, fraksiyon tartışmaları oldukça tanıdıktı. Üniversitede bunlara ilgili duymayanlar bile Gezi Olayları sonrasında kendisini bu kitabın karakterleri gibi bir "şeyler"in içinde bulduğu için, tanıdık gelecek çok sahne var.

En çok, sonlara doğru Ullrich'in yaşadığı değişim, çalışmaya başlamasıyla Yoga, doğal beslenme mevzularına kendini kaptıran arkadaşlarına içten içe öfkelenmesi hoşuma gitti. Yaşadığımız değişimler ve etrafımızdaki insanlardan ister istemez kopmamız meselesine dokunduğu için sanırım.

Güzel bir kitap. "Kült kitap" demişler arka kapakta, durmadan İngiliz ve Amerikan edebiyatı okuyanlar için Alman bir yazarın kitabını okumak hoş oluyor.

Saturday, September 07, 2013

Güncellemelerim...

Ne zamandır yazmadığımı farkettim. Zaten takipçilerimin %70'i benimle iletişim halinde olduğundan, "sizleri merakta bırakmayayım" temalı bir yazıya gerek yok .
Neler oldu: Son dönemlerde okumaktan çok izliyorum. Birçok film izledim. Dizi bağımlılığım da devam ediyor. En önemlisi, sosyalleşiyorum ve arkadaşlarımla görüşüyorum. Hiçbir şeyi dengeli yapamadığımdan, arkadaşlarıma vakit ayırınca film izleyemiyorum, film izleyince kitap okuyamıyorum vs vs

Tavsiye edebileceklerim; Before Midnight isimli film, Mildred Pierce ve Black Mirror  mini dizileri ve son okuduklarımdan Slyvia Plath - Sırça Fanus.

Film Ekimi yaklaşıyor ancak ben bu kez gidemeyeceğim. En sevdiğim festival fakat ne yazık ki yoğun çalışacağım bir döneme geliyor. 

Sürekli aklımda olan bir diğer konu da hapishaneye mektup yazmak. Bir türlü elim gitmiyor ancak haksızca içerde tutulan vicdani redçiler ve direnişçilere yazmak istiyorum. (Evet halen her yer Taksim ve her yer direniş arkadaşlar)

İnsanlar, insan ilişkileri, 20'li yaşlarımın sonlarında oluşum, ne yapmak istediğim ve nasıl daha huzurlu olabileceğim bu aralar en çok üzerine düşündüğüm ve yazdığım konular... Bir sabah bencil ve sevgiye aç zavallı yaratıklar olduğumuzu düşünüyorum, öfkeleniyorum. Akşama doğru gevşiyorum; herkese karşı sevgi dolu ve anlayışlı birisine dönüşüyorum. Sanırım üstüne çalışmam gereken bir diğer konu da bu gelgitli düşüncelerim. Kendimi dengeli sanıyorum ancak pek öyle değilim anlaşılan.

Şu an Rock N Coke'ta Arctic Monkeys'in sahneye çıkmasını bekleyen insanları kıskanmamaya çalışıyorum. Ben de birkaç hafta önce Placebo'ya gittim mesela, nedir yani?!

Her telden yazım şimdilik bu kadar. 

Sevgiler...

Friday, August 09, 2013

Kitap: Ursula K. Le Guin - Malafrena

Nedense bu aralar arka kapak yazılarına SİNİR oluyorum hep. Hep yanlış yönlendiriyorlar beni.
Ursula Le Guin en sevdiğim yazarlardan biri. Bilimkurgu, distopya, fantastik gibi farklı türlerde öyküleri, şiirleri, romanları, denemeleri var. Kadın ve özgürlük her eserinde ön planda, kahramanlar bir arayışta (genelde özgürlük) kadınlar güçlü, doğaya saygı ve sevgi öğretiliyor... Siyasi alt metinleriyle anarko-sendikalizmi öğreten "Mülksüzler", fantastik kurgu seven herkesi etkileyen "Yerdeniz" serisi derken Ursula Le Guin'in herhangi bir kitabını okuyanın diğerlerini de merak etmemesi mümkün değil.

Özellikle Gezi Forumları sonrası daha da zihnimde perçinlenen bir durum var: Eğer bir metnin siyasi alt metni olduğunu, yazarın "bir şeyci" olduğunu söylüyorsan, insanlar "ay yok o zaman ben onu almayayım, hiç siyasete girmem" diyebiliyor. En iyi ihtimalle "o görüşteki bir insanı okumam" diyor. Bu karşı duruşla en çok feminizm konusunda karşılaşıyorum. Kültürlü ve sevgi dolu arkadaşlarım feminizmin F'sini duyduklarında bana gülüyorlar, neredeyse benle dalga geçiyorlar. Bu nedenlerle Ursula Le Guin kitaplarını anlatırken onun bir feminist olduğunu, anarşist olduğunu söylemeye çekinir oldum.

Oysa şimdi belirtmeliyim ki, Le Guin özellikle son yazdığı roman Lavinia'da kölelik ve kadınlık temasıyla feminizmin "gerçekte" ne olduğunu, ataerkil düzenin boğuculuğunu yansıtmıştı ve belki de tüm önyargılarınızı yıkabilir...

Henüz Türkçe'de tüm eserlerini okuyamadığımız Le Guin'in kitaplarını Metis Yayınevi basıyor. Aslında Malafrena 1979 yılında yayımlanmış fakat biz bu yıl okuyabiliyoruz. Neyse ki...

Uzunca bir roman, arka kapakta "olmayan bir ülkede" geçtiğini duyunca, dünyanın tamamen farklı olacağını düşündüm, daha fantastik bir beklentim oluştu. Fakat öyle değil. Avrupa'da, 1800'lü yıllarda geçiyor ancak aslında var olmayan bir ülkede. Itale isimli kahramanımız varlıklı bir ailenin genç oğlu, "milliyetçilik" gibi kavramlar üzerine çokça düşünülen bu dönemde, devrim yapmak isteğiyle büyük şehre gidiyor, dergi çıkarıp denemelerde bulunuyor.

Romanda -Bir Rus klasiğindeki kadar olmasa da- pek çok farklı isim/karakter var. Bu biraz kafamı karıştırdı. Kitabın 1800'lerde geçtiğini bilirken bir yerde 1900'lü bir tarih verilmişti (belki ben anlamadım belki hataydı), ayrıca bir türlü "gerçek ülke komşuları olan gerçek olmayan ülke"yi kafamda oturtamadım. Bu nedenlerle kitaba kendimi zor verebildim.

Fakat ilerki bölümlerde özgürlük arayışındaki Itale ile bir türlü yolu kesişemeyen kadın karakterimiz ön plana geçince, aldığım tad arttı. Itale'nin hikayesinde sizi tatmin etmeyen noktalar olabilir, ancak son tahlilde düşündürücü bir roman. Ursula Le Guin okumaya başlamak için iyi bir kitap sayılmaz, çünkü her zaman altını çizdiği kavramları bu romanda biraz üstü kapalı ve boğucu vermiş. Romanın geçtiği ortama ve konusuna bu boğuculuk uyuyor, ancak hafif kitaplara alışkın bir okuyucuyu zorlayacaktır. Zaten 424 sayfa olması da gözünüzü korkutacaktır. 

Itale'nin yasaklı kitapları okumaya çalıştığı, sansüre karşı direndiği ve sürekli hapsedilme riski yaşadığı romanda, insanlığın kolay kolay değişmeyeceğini görebilirsiniz. 

Pek "alıntı insanı" değilim, kitaplarda bazı cümlelerin altını çizsem de... Fakat Kurguya Övgü blogunda da aynen benim altını çizdiğim kısmın alıntı olarak yer aldığını görünce, ben de buraya eklemek istedim:

"Kimin özgürlüğü?"
"Hepimizin."
"Özgürlüğün sahibi olarak onu başkalarına dağıtabileceğini mi sanıyorsun?"

Bir de "Erkekleri ciddiye almak kadınların görevleri arasındadır" cümlesini çizmişim...


Sunday, July 21, 2013

Kitap: Paris'teki Eş - Paula McLain

New York Times Bestseller vurgusuyla reklamı yapılmıştı bu kitabın... Ben sadece annemin okumaktan hoşlanacağı, hafif bir hikaye arıyordum. Ernest Hemingway'in ilk eşi Hadley ile olan ilişkisi üzerine kurgusal roman...

Kitabı okumaya başladığımda 1. Dünya Savaşı sonrası dünya, tam da benim yaşlarımdaki Hadley'in kafa karışıklığı ve ondan yaşça küçük şeytan tüylü Hemingway'e aşık olması ilgimi çekti. Tanıdık sanatçıların isimleri de geçiyor tabii, caz çağı, sanatçıların çılgın yaşamları, Paris...

İlerledikçe beni sıkıntıya boğan Hadley'in hali oldu. Hemingway'i çok bilmem, bir iki kitabını okudum ve hep maço bir boks meraklısı olarak karikatürize edilir. Hadley, onun kavgacılığı ve maçoluğunun ardındaki küskün çocuk tavrını görüyor, tam da her aşığın yaptığı gibi onda kendisinden bir parça görüyor, birbirimize benziyoruz, aynıyız diyor ve gölgede yaşamakla barışıyor.

O "her şeye açık" Paris yıllarında görece muhafazakar biri olarak kalması, bir kadın olarak kendini var edememesi çok üzücü. Başlarda yazara (ki yazar da kadın) sinirlendim, bu tavrın satır aralarında olsun eleştirilmesi gerektiğini düşündüm. Fakat sonraları madem Hadley gözünden, onun hikayesi, o zaman asıl nokta bu değil dedim...

Bir diğer konu da kitabın hem arka kapağında verilen, hem ilk bölümlerden itibaren tekrarlanan "her an bir ikinci kadın gelip bu hayata limon sıkabilir" beklentisi. Buna o kadar hazırlıyor ki bizi, katil nereden çıkacak diye korku filmi izler gibi, her yeni kadın karakterde "kocayı ha çaldı ha çalacak" diye bekledim. Bu noktada çok marjinal gibi yansıtılan metres hayatı, karı kocaların birbirini aldatması, eşcinsellik gibi konuların sanatçılar ve zenginler arasında normalleşmesini, başlarda bu dünyaya adapte olamayan Hemingway ve eşinin de sonradan bu dalgada yerini bulmasını gözlemliyoruz. 

Dönüp "kuma ve imam nikahlı eş"e farklı bir olay gibi bakan marjinal metresçi ve "aşk insanı" tiplere küfrettiğim zaman işte şimdi... Ezra Pound, Hemingway ve diğerleri metresiyle birlikte olurken bu aşk, metres hayatı vs gibi neredeyse normalleşmişken, aynı şeyi kadın yapmayı aklından bile geçirmiyor. Kocasının ona ait olması tek arzusu. Adam ise herkes ve her şeyi aynı anda istiyor.

Annemle bir diyaloğumuz olmuştu. Benim fakir ve amatör edebiyat dergileri çıkaran arkadaşlarımdan bahsediyorduk. "ya ileride köşe yazarı falan olurlarsa, küçümseme onları, zengin ve önemli olabilirler" demiştim. Bana yazar birisiyle birlikte olmak istemememi, hepsinin eşlerini aldattığını söylemişti. Gülmüştük. Tümevarım, sohbetlerin vazgeçilmezidir. Ben sanat çevrelerinin her zaman toplum dışı ve ahlaksız olduğunu söylemiyorum. Belki bu kitabın geçtiği dönemde öyleydi. Şu an tüm çevremiz böyle! Ahlak anlayışımız değişti. Belki internet, haberleşme ve eğitim kalitesi artışıyla hepimizin daha fazlasına ulaşmamız, daha fazla istememiz... Artık o eski zaman sanatçıları kadar arayıştayız, onlar kadar açığız yeniliklere. Aldatmak veya aynı anda birkaç kişiyle birlikte olmak normalleşti sanırım. Fakat bunu bizim kültürümüzdeki kuma meselesiyle birlikte nasıl değerlendirmeli bilemiyorum, ben hep kendi çevremden ve büyük şehirden bakabiliyorum.

Yine de bu tip hikayeleri okurken, ister istemez kendimi o konumda ne yapacağımı düşünürken buluyorum; evli insan, metresli insan, sevgilili insan, aşık insan. 

Çok harika bir kitap olduğunu söyleyemem, ben plajda 1,5 günde okudum, akıcı fakat akıldan uçucu. Yazarların hayatları, aşk, gerçek hikayelerden esinlenmeceler hoşunuza gidiyorsa tabii ki kaçırmayın.

Not: Kadınların da metres sahibi olma hakkı var. Ya metres olayını tamamen reddedin, yada ikisini de kabul edin. Metres edinme hakkımız engellenemez. 

Her kadına bir koca, bir de kuma! En az 3 sevgili! :-)))


Wednesday, July 17, 2013

Kitap: Philip K. Dick - Çığrından Çıkmış Zaman (Time Out Of Joint)

Arkadaşlar ben bu yazıyı taaa Haziran'da yazmışım, taslaklarda kalmış... Geç de olsa yolluyorum, ilk paragraflar güncel değil, idare edin. Sevgiler.



Beş (Hatta belki de dört) kişiden oluşan ufak çaplı bir Bilimkurgu Kitabı Okuma Kulübü kurduk. Daha doğrusu arkadaşım kurdu ben de "Tamam, katılırım" dedim ve gizli Facebook Grubunu açtım. İlk kitap olarak Philip K. Dick'den Çığrından Çıkmış Zaman seçildi.

Direniş nedeniyle kitabı alma/okuma tarihlerimiz sarktı. Grupta kitabı okumayı bitiren ilk kişi ben oldum. Bundan kısmen utanç duyuyorum çünkü bu benim Gezi'ye yeterince gitmediğimi ve/veya olaylara yeterince kendimi vermediğimi gösteriyor gibi hissediyorum. (Ki 20 gündür başka şey konuşmuyorum ve uyku uyumuyorum) İşte bu da son 20 günün psikolojisini özetliyor: Kafayı başka bir şeye verememek, gülerken suçlu hissetmek. Sürekli vefat edenleri, yaralıları ve olay yerindeki arkadaşlarını düşünmek. Arkadaşlarımı meşguldürler veya şarjları biter diye aramıyorum, kendi kendime merak ediyorum. Eve geldiklerini bildiğim zamanlarda da dinleniyorlardır rahatsız ederim diye yine aramıyorum, yanlış anlarlar diye yine aramıyorum bu bir sarmal oluyor. Sadece evden destek veren "direnişçilerin nişanlılarını/kız arkadaşlarını" rahatça arıyorum :-)

Kitaba gelelim. 

Öncelikle ilk tavsiyem kitabın konusunu okumamanız yönünde. Baktığım kaynaklarda pek çok sürpriz bozan (spoiler) vardı. Genelde bu beni rahatsız etmez, çünkü iyi yazılmış bir kitapta okuma eyleminde size zevk verecek başka unsurlar vardır. Katili bilmek bile tadımı kaçırmayabilir. Anna Karenina'nın kocasını aldattığını ve trenin altına atladığını hepimiz biliyoruz mesela, yine de kitabı okuyoruz... Fakat bu kitapta durum beni rahatsız etti. Çünkü özellikle PKD kitaplarında kitabın konusu, merak ettiren ve şaşırtan detaylar eserin "iyi olmasını" sağlıyor. Halen çoğu kişinin "edebiyat" olarak görmediği bilimkurgu alanında kitabın konusu ve olaylar çok önemli.

Sürpriz bozmadan söyleyebileceğim; uzayda veya hayal etmesi zor bir zaman/mekanda geçmediği, distopik bir konusu olduğu. Yani normalde bilimkurgu okumayan/izlemeyen biriyseniz de okuyabilirsiniz. İlk 50 sayfa kadar pek bir şey anlamadım. Yalnızca 1950'lerde bir kasabada yaşayan adam, gazetenin bulmaca yarışmasına katılıyordu, buradan nereye ilerleyecek pek tahmin edemedim. Sonrasında konuyu ortaya koyuyor, ilginçleşiyor.

Yine pek çok kaynakta da belirtilmiş ve eleştirilmiş: Çeviri kötü. Ben halen kendime "kitabı orijinalinden okuyayım" diyecek kadar güvenmiyordum. Bu nedenle İngilizcesini internetten indirmeme rağmen, gidip kitapçıdan Türkçesini de aldım. Türkçe kitabı okumaya başladım fakat hiç anlamadığım yerler oldu. Şimdi çevirmene dönüp "Bu cümleyi şöyle çevirmeliydi" diyecek halim yok ama okuduğum cümleyi anlamayı bekliyorum, doğal olarak. Anlamadığım cümle için dönüp İngilizce'ye baktım. Bazı deyimleri Türkçe'ye ben çevirsem nasıl çeviririm yine bilemedim belki ama filmlerden vs kulağımda kaldığı kadarıyla biraz daha iyi anladım.
Foto: http://wikimedia.org/

Karakterlerin ortaya çıkan garip gerçeklere "Haaa demek ondan böyle garip şeyler oluyormuş. Tamam ya, neyse o zaman" dermişçesine bir anda adapte olmaları ve şaşırmamaları beni bunalttı. Konudaki süpriz ortaya çıkıyor, adam hiç şaşırmıyor başına gelene... "Tamam" diyor geçiyor. Tuhaf...

PKD çok değişik dünyalar/gereçeklikler hayal edebilmiş bir yazar. Etkileyici hikayeleri ve romanları var. Hollywood'un durmadan kendisine başvurmasından da bunu anlamak mümkün. (Blade Runner, Scanner Darkly, Minority Report, Total Recall, Adjustement Bureau vs vs) Gerçi düşününce PKD'in aşağı yukarı aynı tema ve konuda hikayeler yazdığını da söyleyebiliriz. Filmleri düşününce bile ortaya çıkıyor. Ancak hepsini henüz okuyamadığım için, bu bir tutarlılık mı yoksa sıkıcılık mı sayılmalı, yorum yapamıyorum.

İlgi çeken hikaye, dikkate değer yazar, fakat en iyi kitabı değil. Üstelik Türkçesi de garip. Belki okuma grubumuzla tartıştıktan sonra eklemelerde bulunurum. İlk izlenimimiz sonlarda kafa karışması ve pek çok yeri anlamama şeklinde...


Tuesday, July 16, 2013

Film: Dünya Savaşı Z (World War Z)

Uzun süredir yazamıyorum. Suçlu bir hisle klavyeye sarıldım. 

Geçen haftalarda birkaç bedava e-kitap buldum. Tabii ki İngilizce. Neden "tabii ki"? Çünkü e-kitap okuyucularımız mobi veya epub formatında veri okuyabiliyor, oysa korsan Türkçe kitaplar hep pdf oluyor. Bu nedenle bedava indirdiğiniz Türkçe e-kitapların %99'u e-kitap okuyucuda okunamayacak haldedir. Formatı da bozuktur, zorlanırsınız. (Zaten korsan Türkçe okumayın gidin satın alın) İngilizce'de ise, sanırım her şeyin bedavasını korsanını yapmakta başarılılar, bol bol istediğiniz format kitap var. Beni Türkçe e-kitabı orijinal almaya mecbur bırakan bu sistem, aynı şekilde İngilizceleri de korsan indirmeye mecbur ediyor, çünkü parasını verip orijinal İngilizce e-kitap alamıyorum, yurtdışından fatura adresi vs istiyor, beceremiyorum o işleri. Sonuçta Türkçeyi parasıyla İngilizceyi megabaytıyla... (Espri kotam doldu bununla)

Brad Pitt aile babasıdır, saçları fönlüdür.

İndirdiğim kitaplardan biri Max Brooks isimli yazarın World War Z'siydi, filmi yakında gösterime girecek diye okumaya başladım. Fakat daha kitapta ilerleyemeden filmi izledim. Kitabın Türkçesini linkten satın alabilirsiniz. O kadar başlarında kaldım ki kitabın, daha Brad Pitt'in karakteriyle sayfalarda tanışmış değilim. Bu nedenle kitapla ilgili yorum yapamıyorum, filme geçiyorum.

Bilimkurgu, fantastik, zombi, vampir, bunlar bence güzel şeyler... Filmi çekilince hemen koşar izlerim. Özellikle zombilerin ayrı bir yeri var çünkü distopik bir bakış sunuyor. Bilim ilerlemiş ancak yayılan virüsten insanların zombileşmesine engel olunamamıştır. Gerçekçilik daha fazla. Aynı konuda çok fazla film var biliyorum, hatta dizi de var, ancak yine de kendime engel olamadığımdan, konu bayatlasa da gidip izliyorum. Bu filmde de zombi kardeşlerimiz var. Virüslü azınlık, virüssüz çoğunluğa karşı faşizm uyguluyor, Brad Pitt buna dur demeye çalışıyor.

Film 3D olarak gösterimde, fakat 3D olmasının hiçbir artısını görmedim. Uzun zamandır gördüğüm en anlamsız 3D filmdi. (Star Trek'i IMAX izlediğim için böyle diyor olabilir miyim?) Brad Pitt, kitabın haklarını satın alıp, işe gönlünü ve parasını koyduktan sonra başrole geçmiş, aile babası bir Birleşmiş Milletler çalışanını oynamaya karar vermiş. 

Bütüne bakınca oldukça "aile filmi", çok daha sert olabilecek noktalar imalarla geçiştirilmiş. Fakat görüntüler ve kaçma kovalama sahneleri güzel. Özellikle ilk yarı büyük heyecanla takip ettim. Kan revan çok az, bolca klişe var. Bu tür bir Holivud filminden bekleyeceğiniz adımların hepsini atıyor. 

Yine de heyecanlı sahneler ve sonlarda tatmin edici sayılabilecek bir "yanıt" sunduğundan, izlenebilir. Ekonomik durumumuzu ve 3D gözlükle başımızın ağrıdığını göz önüne alırsak, "DVD'den izlersiniz evde" diyebilirim...

Notlar: 
- Filmden çıkardığım ilk ders: insanın nüfuz sahibi, araba kullanmayı bilen, ailesi için her şeyi göze alacak ve mümkünse kaos anlarında panik olmayan birisinden çocuk sahibi olması gerekiyor.

- İsrail'i "Ortadoğu" diye tercüme etmeleri tabii saçma... Komplo teorileri ve İsrail'le ilgili bir iki espri ile dünya politikasına gönderme var. İsrail sahneleri o sevimsizlik/kaos/hastalıklılık hissine rağmen güzeldi, İsrail'e gidip oraları görmek istedim. Yani bizimkiler de "İstanbul'u kötü gösterdiler" diye üzülmesin, İsrail'i de kötü göstermişler ama ben gidip yerine görmek istedim.

- İlk sahnelerdeki kaçma kovalama bana Gezi Parkı olaylarındaki "Aha gaz geliyor kaçalım" paniklerini anımsattı. Sonra "saçmalama" diyerek kendimi uyardım hemen, hizaya geldim.

- Bu birbirine benzeyen klişe filmleri çekmeye doyamıyorlar, ben de izlemeye doyamıyorum herhalde.

- İzlerken "bilgisayar oyunu iyi olur bunun" dedim, zaten yapmışlar oyununu, android ve iphone için var sanırım, oynayabilirsiniz.

- Ekşi Sözlük'te "hiç klişe yoktu" diye yorum yapan birisi olmuş, neredeyse mesaj atıp klişenin anlamını soracaktım kendisine... Klişe işte!



Wednesday, June 05, 2013

Direniş Mevzusu

Arkadaşlar son günlerde olan olaylar malumunuz. Twitter'da sürekli güncellemelerimiz, bilgi akışımız sürüyor. Ne yazık ki halen Gezi Parkı Direnişi tatlıya bağlanmıyor. Her yerden ölen, yaralanan insanların, gençlerin haberleri gelirken şu öfkemizin dinmesi de mümkün değil zaten.

Bol bol fotoğraf var, güzelce durumu anlatan yazı var. Görürsünüz, okursunuz, zaten artık sinirden ve üzüntüden yazacak konuşacak halimiz kalmadı. Haftasonunu çoğumuz uykusuz geçirdik.

31 Mayıs Cuma akşamından beri sokaklardayım, yapabildiğimi yapıyorum. Yapabileceklerimiz neler?

Medyaya inanmayın! Günlerdir TV'de doğru düzgün haber alamadık. Daha önce de pek çok kez sınıfta kalan medya olaylar yatışır diye bekledi. İnsanların sesini duyurmadı, gaz bombalarını görmezden geldi. Bu büyük halk hareketini yok saydı. Şimdi nasılsa, sonunda haber yapmaya karar verdiler. Onda da "Burada gösterici taş attı, şurada provakasyon oldu" gibi asılsız şeyler söylüyorlar. İtibar etmeyin. Sokağa çıksanız zaten durumu görürsünüz. Son 1 haftada sokakta olup da dönüp TV'nin yalanlarına kanacak kimse yok zaten.

"Şu bizden değil, bunlar varsa ben yokum" gibi ayrımcı tutuma girmeyin. Başından beri herkes omuz omuza. Özellikle çevremdeki temiz ofis insanları için söylüyorum bunu... Yıllarca meydanlarda polisle çatışanların neden bu duruma düştüklerini biraz olsun anladılar son 1 haftada. İnsan istemese de kendini bir anda barikat arkasında gaz'dan kaçarken veya gaz bombasını polise geri fırlatırken bulabiliyor. Bunun için "ayrımcı" bir gruba mensup olmak gerekmiyormuş, değil mi?

"Tamam artık, Park kazanıldı, devam etmeleri anlamsız" demeyin! Daha kazanım falan yok?! Daha dün gece Antakya'da ölen oldu. Daha dün başbakanımız "Ben mesaj falan almadım" dedi. Ne mesajımızı aldılar, ne isteklerimizi yerine getirdiler...

İnsanlar acı çekerken onlara yardım etmeye çalışan avukatlara, esnafa, şirketlere destek olun. Daha önce Emek protestosundaki tavrıyla da sinirlerimizi bozan Mado'ya gitmeyin. İlk gün kepenklerini kapatıp, ikinci gün korkudan bedava kahve dağıtan ve bugün insanlara özür e-postaları atan Starbucks'a gitmeyin. Eşinizin dostunuzun "Bize yardım etmedi" dediği dükkanlara gitmeyin. Habercilikten haberi olmayan Habertürk, NTV gibi kanalları izlemeyin. Gazetelerini almayın. Hatta siz de Twitter'daki kampanyaya katılın: Tüm Doğuş Grubunu protesto edin, Garanti'den paranızı çekin, Vogue dergisi almayın vs.

Bir şekilde mücadele eden herkese saygı duyun. Küçümsemeyin.

Daha uzun uzun yazılır/çizilir zaten, görüşmek üzere. Direnişteyim, döneceğim.



Sunday, May 26, 2013

Kitap: Nihal Yeğinobalı - Genç Kızlar

Nerden başlasam nasıl anlatsam... Bu kitap, yazar, seviliyor. Kadınlar genç kızken okumuşlar, pek sevmişler... Yıllar sonra yine tutkuyla okuyorlar... Yazar da meşhur, saygı duyulan bir isim. O zaman eleştirmek zorlaşıyor.

Bu girişin nedeni, Nihal Yeğinobalı'nın ilk romanı Genç Kızlar. Nihal Hanım 1927 doğumlu, anneannemle yaşıt. Anneannemle birlikte yaşadığımdan, bu kuşağın düşünce yapısını, yetiştirilişini, Cumhuriyet'in ilk yıllarının bugünkünden farklarını az çok dinledim, öğrendim. Nihal Hanım'a kızmak istemiyorum. Fakat kızmadan da edemiyorum. Çünkü kitap, kitapta aşılanan görüşler, o genel hava o kadar boğdu ki beni! Nihal Hanım'ların yetiştirdiği kadınlar yıllar geçtikçe İpek Ongun'lara dönüştü. Hanımefendi olmanın o ağır baskısını hissettik, sofra adabına uygun davranışlarımız, dizaltı eteklerimiz, hafif sabun kokusu saçan saçlarımızla örnek evlenilecek kızlar olmalıydık. Cinsel heyecanlar bile bir anlık el temaslarıyla arada parlayan kıvılcımlardan öteye geçmemeliydi.

Dönemin anlayışını yansıtması bir yana, bu tür romanlarda bir de elitizm, üstten bakış var ki... Hizmetçi her zaman hizmet etmekten memnun, çünkü hanımefendisi ondan üstün. E o hanımefendi de öyle yüce gönüllü ki, hizmetçisini bir akrabası gibi görür, ancak yeri geldi mi ağzının payını verir ki şımarmasın. Sonra kadın erkek ilişkileri... Kadın erkek ilişkileri kısmından bahsetmek bile istemiyorum aslında çünkü bu konuda söylenmeye başladığımda duramıyorum. 

Romanın dönemine göre cesur olduğu tek konu cinsellik. Genç kadınların cinsel ilgileri olabileceği, isteklerini hayata geçirebilecekleri anlatıyor. Hafif erotik sahneler var. Yine şartlar gereği, yazar romanı kendi ismiyle yayınlayamamış, Vincent Ewing ismiyle, sanki bir çeviriymiş gibi yazmış.

Kadınların cinsel arzuları olabileceğinin önkabulü yapılmasına rağmen, iki kadın arasındaki herhangi bir cinsel çekim imasının bile ahlaksızlık ve delilik olarak görülmesini hazmedebilecekseniz, kitabı okuyabilirsiniz. Bunu yaparken, romanı yazanın da bir genç kız olduğunu, henüz hayatla ilgili pek tecrübesinin bulunmadığını kabul etmelisiniz. Şu an kitapta beni sinirlendiren detaylar, ben 20 yaşımdayken bana da mantıklı görünürdü belki de. 

Yazarın bu kitabı, ilk oluşu nedeniyle bir saygı hakediyor olabilir, ancak kötü bir tecrübe oldu benim için. Diğer romanlarını da okuyarak, yıllar içinde kadına bakışı ne kadar değişmiş, altmetinlerde korkunç toplumsal ahlak bekçilikleri yapmayı bırakmış mı, görmek isterim. Kitapta bir de kendisiyle röportaj var. Gayet aklı başında ve güzel şeyler söylemiş. Peki bu romanı tefrika ederken ne düşünmüş? Olayları aktarırken "normal" olan, "doğru olan" bu gibi göstermemeyi seçememiş mi?

Gerçekten genç kızsanız, okumanızı istemem... Bu romantik ve ahlakçı bakışı benimsemenizden korkarım. (Bu gibi daha çok kitap var, benim de genç kızken okuduğum, belki yeri geldikçe bahsederim/yazarım)

Not: Başlarda beni kitabın lise gibi bir ortamda geçmesine rağmen 35 yaşlarında bir adamla cinsel çekim yaşayan kızlar olması rahatsız etti, sonra kitabın bir yerinde kızların 25 yaşında olduğu ve olayların yüksek okulda geçtiğinden bahsedildi. Kızlar 25 yaşındaysa neden bu kadar çocukça ve gerizekalı davranıyor, ha değilse, neden ortayaşlı adamlarla cinsel münasebetlere giriyor, madem ahlakçısınız neler oluyor? Neyse sonradan sorgulamayı bırakıp okudum bitirdim... Öf. Hiç editör yüzü görmeden tefrika edilmiş herhalde zamanında.

Sunday, May 19, 2013

Film: Muhteşem Gatsby - The Great Gatsby

Muhteşem Gatsby'yi yakın zamanda okudum. Bir-iki yıl oldu herhalde? Hatırlamıyorum, üstelik kütüphanede de bulamadım. Aklımda "old sport" kelimesi kalmış, Türkçe çeviride de bu kelimeye takılmıştım ve kitabı bulup zihnimi yatıştıramadığım için biraz huzursuzum şu anda. Nasıl Türkçeleştirmişlerdi?

-Gatsby insanlara "old sport" diye hitap ediyor, "arkadaşım", "ahbap" falan gibi bir anlamı var sanırım. Woody Allen'ın Midnight in Paris filminde de yazar Fitzgerald karakteri insanlara old sport diye hitap ediyordu ve böylece onun Fitzgerald olduğunu anlıyorduk.-

Edebiyat uyarlamalarını izlemeyi çok sevdiğim gibi, yönetmen Baz Luhrmann'ı da çok severim. Yeri gel(me)mişken size çocukluğumdan bahsetmek isterim:

Her pazar babamla sinemaya gittiğimizde, en çok fragmanları izlemeyi severdim. Yine böyle bir sinema günümüzde, tahminimce Bakırköy'de şu an kapanmış olan bir sinemadaydık. (Saray/Manhattan'ın yanındaki pasajdaki sinema diye hatırlıyorum ama emin değilim) Filmden önce Romeo+Juliet'in fragmanını gösterdiler. Haliyle ben Leonardo Di Caprio'nun o haline aşık oldum. (Yaş 11-12, Leonardo da 18 falan hehe) Eski dergiler satan bir dükkan vardı, yabancı dergileri alırdık içlerinden çıkan güzel posterler ve çıkartmalar için... Buradan içinde Romeo+Juliet filmi ve Leonardo olan her dergiyi almaya başlamıştım. Resimlerini biriktiriyordum. Sonra filmi de izlemiştim, yine sinemada, çok etkilenmiştim. Tabii zamanla Leonardo sevgisi bitti. (Çok popüler oldu Titanik falan. Ben de Metallica'nın bassçısı Jason Newsted'e geçtim ne yapalım...) O günden beri filmleri yönetmenlerine ve aldıkları ödüllere göre seçer izlerim (!)

Carey Mulligan'dan bahsetmek istemiyorum zorlamayın. Daisy'den de ondan da nefret ediyorum

Moulin Rouge'u izlediğimde artık lisedeydim, müzikleri çok iyiydi ve daha önce gördüğüm hiçbir müzikale benzemiyordu. Üstelik başrol oyuncuları da harika şarkılar söylemişlerdi, hem de başarıyla. Senaryo çok alışılmış bir konuydu, melodramdı yine de çok çekiciydi. (Melodramlar beni bunaltır biraz) Aylarca müziklerini dinlemiştim. Hala ezbere bildiğim şarkılar var. 


Kişisel kısım burada bitti...

Yönetmen Baz Luhrmann'dan en son Australia filmini izlemiştik ki önceki iki filmin oldukça altında kaldığı açıktı. Aslında IMDB puanlarına bakınca en üst sırada Great Gatsby görünüyor ancak bunda yeni gösterime girmesinin hareketliliği etkendir herhalde. Yine de yönetmenin en iyi filmi denilince aklıma ister istemez Moulin Rouge gelmeye devam edecek.

Sonunda konuyu Gatsby'e getirebildim... Büyük bir merak ve heyecanla bekledim bu filmi. Kitabı da seviyorum, yönetmeni de... Müzikleri önceden dinlemeye başlamıştım zaten, youtube sağolsun. Merakla ilk gösterime girdiği gün izledim. Bana en gülünç gelen eleştiri "Günümüz müziklerini kullanmış" oldu. Evet, yönetmenin olayı bu? Moulin Rouge'yi aynı nedenle sevmedik mi?  Müzikleri harika, birkaç haftadır dinliyorum. (En çok Jack White- Love is Blindness ve The XX- Together) Kostümler, saç-makyaj, ortam derken filme kendinizi kaptırmamanız mümkün değil. Ancak bu bir romanın uyarlaması, ister istemez okurken hissettiklerinizi hissetmek isteyeceksiniz. O zaman soru işaretleri başlayabilir... Konuyu ve ortamı veriyor ama bir şeyler yine de eksik kalıyor. Sanki eleştirel kısım yani anlatılmak istenilen "asıl" şey. Özellikle kadın karakter çok boş kalmış. Zaten Gatsby'yi düşünmekten başka şey göremiyoruz, bari aşkını biraz anlayabilmemiz için Daisy'yi tanısaydık. (kendisi en nefret ettiğim kadın roman karakteri olabilir)

Aşağıda The XX'in güzelim şarkısını veriyorum, dinleyin sonra da bu yaz konserine gidin. Ben gitmeyeceğim, siz gidin. 


Wednesday, May 15, 2013

Kitap: Stephen Chbosky - Saksı Olmanın Faydaları (Perks of Being a Wallflower)

Stephen Chbosky bu kitabı 1999 yılında yazmış. Film adaptasyonunu 2012 yılında yine kendisi yönetmeseydi, belki de haberimiz olmayacaktı. Çok satar bir kitabın, film uyarlaması sonrası Türkçe'ye çevrildiğini gördük bir kez daha.

Filmle ilgili yazıyı şurada yazmıştım...

E-kitap okuyucum ve film afişi kapaklı kitap.

Genç yetişkin (Young Adult) dedikleri türde kitaplar pek okumamaya çalışıyorum. Neden derseniz, eğlenceli ve sürükleyici olabiliyorlar ancak bana pek bir şey katmıyorlar. Tatilde, kumsalda okumaya uygun olduklarını düşünüyorum, fakat kısıtlı paramı bu kitaplara harcamak, küçük kütüphaneme bunları sığdırmaya çalışmak beni bunaltıyor. Bu kitabı neden / nasıl okuduğuma gelince... Bu aralar okuma hızım düşük. Elime kitap alamıyorum. Edebiyat dergilerini okuyorum sadece. Perks of Being a Wallflower e-kitabını ele geçirince, hem İngilizce bir şeyler okumak benim için iyi olabilir diye düşündüm, hem de filmle kitap arasındaki farkları incelemek istedim.

Öncelikle İngilizce okumayı düşüneceklere sesleneyim: Hazırlık okumuş her öğrenci rahatça bu kitabı okuyabilir. Çok basit bir dili var. Kısa cümleler, aşina olduğumuz kelimeler, konuşma dili... Neredeyse betimleme yok. Bunu goodreads.com'da biri eleştiri olarak yazmış; ben de hak verdim: Herkesin sürekli "ağlaması" söz konusu. Herkes ya "mutlu" ya "mutsuz" oluyor. Hani bir "konuşurken gözlerin dolması" yok, direkt ağlıyorlar. Veya "gülümsedi" yok, direkt mutlu oluyorlar. Bu anlatım bir tercih olabilir çünkü ana karakter Charlie biraz tuhaf bir çocuk ve henüz 15 yaşında. Bilinmeyen birisine yazdığı mektupları okuyoruz. Charlie liseye yeni başlamıştır ve Patrick&Sam ikilisiyle arkadaş olur.

Roman ilerledikçe Charlie'nin otistik veya travma sonrası stres yaşayan cins bir çocuk olduğunu düşünüyoruz. Otizm türlerini pek bilmiyorum yine de Charlie 'nin otistik olmadığını, yalnızca fazla duygusal bir çocuk olduğunu zannediyorum.

Filmde daha ukala, daha "az ağlayan" ve daha "indie" bir hava vardı. Kitapta ise 1990'larda Amerikan liselerinde yaşamın havası daha iyi hissediliyor. Kitapla film arasında az fark var, ancak filmde biraz daha ön plana çıkabilen Sam karakteri, kitapta çok tanınamıyor. Bunda Patrick'le ilgili daha çok olaya şahit olmamızın etkisi var galiba. Patrick hem filmde hem kitapta çok çekici bir karakter. Sam ise daha çok filmde çekici, kitapta -son kırılma noktasına kadar- etkisiz kalıyor.

Wallflower kelimesi çekingen kişiler için kullanılıyor. Hatta fark bile edilmeyen insanlar için söylenen bir söz. Türkçe çeviride neden "Saksı" kelimesini kullanmışlar bilmiyorum, herhalde "Saksı gibi oturmak"tan esinlenmişler... Kendisini böyle çekingen gören insanların kitapla daha yakın bağ kurması lazım. Ancak ben, ki kendimi lisedeki halimle bu tanıma uygun buluyor(d)um, Charlie ile kendimi pek özdeşleştiremedim. Çünkü Charlie herhangi bir wallflower değil. Başka bir sıkıntısı var gibi. Wallflower olan bir insanın Patrick ve Sam gibi gayet cool arkadaşlar edinip, sigara/içki/uyuşturucu denemesi, hatta kız arkadaş bulması pek olası görünmedi bana. Belki de çok siyah beyaz düşünüyorumdur. Bu noktada yine son bölümlerde Sam ile Charlie'nin diyaloğu -kırılma noktası- olmasa iyice rahatsız olurdum diye düşünüyorum, neyse ki bu bölümle biraz düze çıkardı kendini kitap.

Başarılı bir gençlik kitabı, fazla bir şey beklememek lazım. Kendimi yaşlı hissettirdi biraz. Nostaljik duygulara kapıldım. Goodreads.com'da kitapta geçen şarkıları download edip iPod'larına yüklediklerini ve sürekli bu şarkıları dinlediklerini söyleyen okurlar var.

Wednesday, April 24, 2013

Dikiş Makinesi

Dikiş Makinesi aldım. Uzun araştırmalar, düşünme süreci derken... Dükkandaki teyzelerin anaç tavırları ve "evladım sana bu uygun, bize güven" demeleri sonucu aklımdakinden bambaşka bir marka ve model aldım.

İlerleyen zamanlarda gelişmeleri yazarım...

Tabii hemen kitabını da aldım; Dikiş Teknikleri - Alison Smith. Fakat internette o kadar çok yazı ve video var ki kitap ne kadar mantıklı bilemiyorum.



Monday, April 22, 2013

Kitap: Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan ve Bu aralarki Kitap Durumlarım...

Blog'a okuduğum yazdığım izlediğim şeyleri koymak güzel de, bazen bu bana öyle boş görünüyor ki... Kendimi çok arada kalmış hissediyorum. Ne tamamen cahilim, ne de düşünsel olarak bir yerlere varabilmişim. Etrafımdaki beni kendilerinden daha "kültürlü" veya "bilgili" gören arkadaşlarımla tek farkım, benim o bilgileri ortaokulda lisede edinmiş olmam, onlarınsa üniversite ve sonrasında öğrenmiş olmaları... "Sindirim" ne kadar fark yaratır ki? Ben küçülmeye çalıştıkça ve öğrenme hırsımı yoketmeye çalıştıkça daha mutlu olacağım sandım. Oysa arada kalmışlığım arttı...

En son Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan romanını okudum, Notos Dergisi'nin son sayısında Sabahattin Ali dosyası var, arada dergideki yazıları okuyorum, henüz bitiremedim. Romanı öyle büyük bir mutlulukla okudum ki.... (Daha önce Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf'u okumuştum) Okurken eski Türkçe kelimelerde ne kadar zayıf olduğumu bir kez daha farkettim. Kelimelerin anlamlarını dipnotlarla vermişlerdi, ben ne yazık ki çok azını dipnota bakmadan biliyordum. Yine bir kısmını da doğru tahmin edebildim sadece... Hatta kendi kendime yeni kelimeler not alayım, öğreneyim dedim. Bir de şunu farkettim; güncel kitaplardansa 1920-1960 arasında geçenler daha çok ilgimi çekiyor. Veya zamansız olmaları lazım, örneğin çok detaylı olmayan, daha çok duygulara ve düşüncelere yoğunlaşan öyküler... Karakterlerin durmadan cep telefonuna cevap verdiği, bilgisayara baktığı macera dolu romanlar çoğunlukla zaman kaybı oluyor. Daha az konuşup daha çok şey anlatabilirler diye düşünüyorum. Vakit geçirmek için, eğlenmek için okumak bana artık yeterli gelmiyor anlayacağınız.

Chuck Palahniuk'un Kurgudan da Garip romanı başucumda sürünmeye devam ediyor. Aynı isimde bir de film vardı, çok güzel filmdi. Bu kalıbı bir deyim gibi kullanıyorlar mı İngilizce'de? (Stranger Than Fiction lafını yani)

Kitapta çoğu insana tuhaf gelebilecek fakat gerçek olan şeyler anlatılıyor. Mesela traktör, vinç gibi aletlerin birbirlerini ezdiği yarışmalar... House MD dizisinde Dr. House bu tür yarışlara meraklıydı, iki bölümde bir "monster truck biletim var" diye çıkardı ortaya. Amerika'da yaygın olan birçok şey zaten bizler için tuhaf, bunları anlatan yazılar bir dergide ilginç olabilirdi ancak elime alıp roman gibi uzun uzun okuyamıyorum. Anlatımda da beni cezbedecek ilginç bir durum yok.

Buradan varmak istediğim de şu yeni nokta: Bir süre güncel romanlar okumayı bırakmaya karar verdim. Okumadığım "klasik" kategorisinde birçok yazar ve kitap var zaten. Üstelik tad da alamıyorum güncel romanların çoğundan. Alınacaklar listem gün geçtikçe kabarıyor ve tamamen meraktan, popüler olanları kaçırmak istemediğimden, kütüphaneyi bir sürü çöple dolduruyorum. Bu hırs nedendir yani değil mi? Bir süre kütüphanedekilere ekleme yapmayacağım. Elimde okunmayı bekleyen en az 5 yeni kitap var, bir de daha önce babamdan aldığım eski tarihli kitaplar var. Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatı'na doğru bir yolculuk planlıyorum kısacası.



Sunday, March 10, 2013

Bu Aralar... Dizi, kitap, film Güncellemeleri

Merhaba,
Mart ayıyla birlikte havalar da güzelleşti ve dışarıda geçirdiğimiz vakit arttı. Bir güncelleme yapayım yeni ayın şerefine:

Kitaplar:

Şubat ayında Asimov kitabı okuyacaktık. (blog etkinliği) Vakıf'a başladım fakat yarım kaldı. Bu arada biraz şiir okudum. Kerem Işık'ın ilk öykü kitabı Aslında Cennet de Yok'u okudum. -Bundan önce Toplum Böceği'ni okumuştum- İki kitabı da sevdim. Çeşitli şeyler düşündürdü bana, fakat blogda yazamayacağım kadar kişisel olduklarına karar verdiğim için fazla yorum yapamıyorum. Arkasından Orçun Türkay'ın Zavallı isimli öykü kitabını okudum. Aynı karakterle ilgili öyküler var kitapta, birbirleriyle ilişkililer. Bu durum şu anki ruh halime çok uymasa da sevmedim diyemem. Emin değilim. 

Geçenlerde güzel bir havada dışarı çıkmak istedim ancak çıkamadım. Bunun üzerine, artan enerjimle kütüphanemi düzenledim. Kaybettiğimi düşündüğüm kitapları buldum: Tezer Özlü'den Yaşamın Ucuna Yolculuk ve Zaman Dışı Yaşam. İkisini de aynı akşam okudum ki zaten oldukça kısa metinler, Zaman Dışı Yaşam bir senaryo. Konu ve olaylar aynı fakat bakış açısı farklı, art arda okunması mantıklı. 

Aslında Cennet de Yok ve Zavallı'yı E-Kitap olarak okudum, fakat sanırım bir ara denk gelirsem Kerem Işık'ın kitabını basılı haliyle de alacağım. E-kitap'a tekrar eğilmeyi düşünüyorum şu sıralar, Nook'umu dolaba tıkmıştım birkaç aydır... Çantamda okumak üzere Sylvia Plath - Sırça Fanus'u gezdiriyorum, başucumda ise Bir+Bir Dergisi, VakıfDrakula ve Turgut Uyar var. (Etrafta da defterler mefterler... Kısaca toz içindeyim; dediğimi yapın yaptığımı yapmayın)

Filmler:

İstanbul Film Festivali yaklaşırken filmlerden bahsetmeye halim yok, liste uzun, mecalim yok.

Sinemada Kelebeğin Rüyası'na gittim. Herkesin söylediklerinden farklı bir sözüm yok: Belçim Bilgin liseliye benzemiyor, Kıvanç Tatlıtuğ kendini çok geliştirdi, film uzun ve aynı anda birkaç konuya el attığı için mükemmel olamamış, görüntüler ve diyaloglar çok güzel, şiir ve edebiyat var, etkilendim. Kıvanç Tatlıtuğ'un bu filmdeki halini 20 saat falan izleyebilirdim bu nedenle bana film kısa geldi(!) Aslında hiç "sorunlu/hasta erkek" merakım da yoktur neden oldu bilemedim. Filmi birlikte izlediğim kuzenim zaten Mert Fırat'a ezelden beri aşık olduğu için ondan bahsedesim kalmadı, adamcağızdan bıktım. Özellikle filmdeki diyalogları çok beğendim, Türk filmlerinde en zayıf nokta bu oluyor bence. 

İf İstanbul'da ise en çok Frances Ha'yı beğendim. Benim yaşımda bir kızı anlattığı için mi? Özendiğim türde yakın arkadaşlığın örneğini anlattığı için mi? Siyah beyaz ve sevimli diye mi? Hepsi herhalde... Bir de Safety Not Guaranteed'i beğendim, sakin ve sevimli tam bir pazar günü filmiydi.

Vikingler: barbarsınız ama iyi aile babası olmuşsunuz? Bravo.

Diziler:
2 Broke Girls izlemeye başladım, daha çok başlardayım. Garsonluk yapan iki kızla ilgili fakat baya iyi espriler var. Açıkçası genelde 22 Dk.lık komedilerde gülmüyorum. İlgiyle izliyorum, gülümsüyorum ama sadece bazen Girls'de, bazen de Big Bang Theory'de kahkaha atabiliyorum. -How I Met Your Mother'da genelde ağlıyorum mesela, nasıl komedi dizisiyse artık?!- 2 Broke Girls'de ise her bölümde bir iki kahkaha attım.  Fena değil sanırım.

In Treatment izlemeye başladım; Psikoterapi seanslarıyla ilgili, 4 hasta var, 4 bölümde bir aynı hastanın yeni seansına tanık olunuyor. Terapist rolünde Gabriel Byrne var, ben pek sevmem ama iyi oyuncu sonuçta :) Beni umursamıyordur sanırım kendisi. Bir İsrail dizisinin uyarlaması, ilk sezon birebir çekim, diğer sezonları nasıl bilmiyorum. Fakat çok sevdiğim Mia Wasikowska'yı ilk sezonda hasta genç kız olarak izlemek bence harika.

Vikings'i izlemeye başladım... Yine Gabriel Byrne oynuyor bir kez sevmiyorum dedim ya, kurtuluş yok adamdan. Neyse ben bir dönem Vikinglere, İskandinavlara, Kalevala'ya, Norveçli metal gruplarına kafayı takmıştım. (Nasıl karanlık bir dünyaydı yahu keşke punk olaymışım en azından saçımı pembe yapardım) O dönem Vikingleri baya araştırmıştım, bendeki nostaljik etkisiyle hemen diziyle ilgilendim. Dizi History Channel tarafından çekiliyor yani biraz "öğretici" olsun istemişler. Pek büyük bir prodüksiyon değil. (kısaca fakirler) Şu ana kadar 2 bölümü yayınlandı ve sadece böyle giderse bile en azından 5-10 bölüm ilgimi çekebilir gibi... 

Millet de IMDB'de 8,6'yı basmış bu diziye, bu abartılı puanı başroldeki yakışıklı adama borçlular bence. (Hem yakışıklı hem de sürekli ukala ukala gülüyor, ne yazık ki kadınlar ukalalara bayılır. Satır aralarında ilişki tavsiyeleri mi versem baya eğlenceli olabilir?!)

Yazmaya başlarken "Ben bu aralar hiçbir şey yapmıyorum" diyordum kendi kendime. Yazarken farkettim ki en az 3 yazılık malzeme varmış. Kendime fazla yüklenmemeliyim: bahar da geldiğine göre çıkıp çay bahçesinde boş boş oturma vakti geldi!