Wednesday, August 15, 2012

Dizi-Mania ve Anger Management

Dizi-Mania sitesini bir arkadaşım kurdu. Arkadaşım bugüne kadar pek çok sitede ve çeşitli yerlerde yazılar yayınlamıştı. Sürekli okuyup öğrenmeye, kendini geliştirmeye ve yazmaya, paylaşmaya devam ediyor. Sonunda kendisine ait bir websitesi olsun istedi. Site tamamen Yabancı Diziler üzerine: Dizi-Mania. Bir süre sonra tek başına yetişememeye başladı. Yazar olarak birkaç arkadaşından da destek alıyor. 

Ben de Charlie Sheen'in yeni dizisi Anger Management üzerine bir yazı yazdım, okuyabilirsiniz.

Bizim yabancı dizi izleme merakımız CNBC-e kanalıyla başladı. Dawson's Creek, Seinfeld, Buffy The Vampire Slayer derken herkesin kendine göre bir zevki oluştu. 2004'de Lost dizisinin etkisiyle, yabancı dizi izleme merakı da çığ gibi büyüdü. Online izleyebildiğiniz platformlar yüzlerce, bunun yanında TV'den kayıt bilgisayara indirebiliyorsunuz. Ben de sinemasız olmaz diyenlerden olmama rağmen, film izleyecek ruh halimde olmadığımda 20 dakikalık bir sitcom veya 40 dakikalık bir dramayı tercih ediyorum. Ayrıca son yıllarda popüler olan pek çok oyuncu dizilerden çıkıyor.

Kısaca, yabancı dizi sevenleri Dizi-Mania'ya alalım... Ben de dizi yazısı yazacağım zaman artık bu blog yerine Dizi-Mania'yı tercih edeceğim.

Monday, August 13, 2012

Kitap: Philippa Gregory - Mahkum Prenses

İngilizce'de Guilty Pleasure dedikleri bir durum var: Bir şey güzel değil, "iyi" değil, ama yine de o şeyi yapmaktan kendini alıkoyamıyorsun. Bazıları için ucuz aşk romanları okumak olur bu, bazıları içinse çikolatalı dondurma veya GDO'lu besinleri yemek... Benim için Amerikan dizileri izlemek ve pembe dizi kıvamındaki romanları okumak bu kategoriye giriyor.

Philippa Gregory 'nin adını ilk olarak Boleyn Kızı ile duydum. Boleyn Kızı çok satan bir kitap oldu, Philippa Teyze aldı yürüdü, romanın bir de Hollywood yıldızlarıyla dolu bir filmi çekildi. Anlamsız bir filmdi, anlamsız bir kitap olacağından da emindim. Yine de içimdeki dürtüye engel olamadım. Baktım bir de okuoku.com tüm kitapları birden indirimli satıyor, aldım gitti... Kitapları benden önce ailedeki diğer kadınlar okudu. Ben fırsat bulup ancak başlayabildim.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu tür kitapların bulunduğu kütüphanelere bile burun kıvırırım, ukalayımdır. Fakat alıp kendi kütüphaneme koyuyorum bunları... Sonra elden çıkarmaya çalışıyorum, arka raflara atıyorum, "ne kadar kalınlar, koyacak yer bulamıyorum kütüphanede yer kalmadı" diye söyleniyorum. İkiyüzlülük değildir de nedir? İşte guilty pleasure mevzusunun gizemli dünyası... Sağolsun Philippa Teyzemiz 6 karılı Henry ve entrika sevdalısı Tudor Hanedanı üzerine 500'er sayfadan yaklaşık 8 kitap yazmış... (Sekiz?!) Semtimizde bir kütüphane olsa veya bu tür şeyler okuyan biri, ödünç alabilsem çok memnun olacağım.

İlk kitap Mahkum Prenses. Neye göre ilk kitap derseniz, olayların tarih sırasına göre ilk kitap...

Edebi olarak hiçbir anlamı olmayan bu kitapta Aragon'lu Katherine isimli, 1485-1536 yıllarında yaşayan İngiliz Kraliçesi anlatılıyor. 500 küsur sayfayı, "acaba ne olacak?" diyerek okuyoruz. Yer yer entrika, aşk, cinsellik gibi bizi sonraki sayfalara taşıyan meraklandırıcılar var. 

Bakmayın aşağılayıp durduğuma, tarihi kurgu çok severim. Bu tip romanlar da dönemin yaşayışını tanımamızı, tarih kitaplarındaki olayları daha net hayal etmemizi sağlayan türdeler. Yazarın tarih alanında uzman olması da bariz hatalar yapmasını veya saçmalamasını engelliyor. Artık işlene işlene suyu çıkarılan Tudor Hanedanı ve VIII. Henry'nin altı karısı The Tudors isimli dizide ve sayısız romanda zaten hayat bulmuştu. 

Meşhur İspanyol kraliçe Isabella ve Kral Ferdinand'ın kızı olan Katherine, İspanya'da doğuyor. O dönem Endülüs Krallığı İspanyolları sinir etmekte, Müslüman etkisi İber Yarımadası'nı sallamaktadır. Ferdinand ve Isebella ise Endülüs'ü işgal edip Müslümanları dağıtmışlar... (Gırnata Emirliği'ni sona erdirmişler, saraylara el koyup hamamlarda takılmaya başlamışlar)

Katherine bu savaş ve mücadele ortamında doğuyor, İngiliz kralının oğlu ile nişanlı ve tamamen İngiliz Kraliçesi olmak üzere yetiştiriliyor.  Arkasından onbeş yaşında İngiltere'ye gelip Prensle evleniyor. Bir bakıyor ki burada ne Müslüman astronomlar, doktorlar var, ne hamamlar var, ne salata var ne sebze var... Neyse biraz alışıp hemen entrika yapayım, hırs yapayım da İngiltere Kraliçesi olayım diye uğraşmaya başlıyor. 

Sadece bu kitap için değil, tüm tarih için düşündüğümde, bu hırsı anlayamıyorum. Nasıl inandırmışlarsa kendilerini "Tanrı beni İngiltere Kraliçesi yaptı" diye... O inançla her şeyi ve herkesi yıkmaya hazırlar. Dönemin şartlarındaki kadınlara üçüncü sınıf muamele, kraliçe bile olsa mevcut. Belki de bu nedenle bu kadar büyük hırsla bir şeyler elde etmeye çalışıyorlar, bilemiyorum.

Kitapta hoşuma gitmeyen şey, aynı bölüm içinde bir Katherine'in iç sesinin, bir dışarıdan üçüncü kişinin anlatımının kullanılması oldu. Katherine olduğunu anlamamız için italik yazılmış. (Hiç sevmem italik) Kralın Boleyn ile olan ilişkisi -diğer kitapları da okumamız için- hızlı geçilmiş. Adeta ne olduğunu anlamıyoruz, başlarda ortalarda normal gidişindeyken, sonunda bir anda toplanıyor kitap. Katherine'e ne olduğu belirsiz. Gidip Google'dan bakmak gerekiyor :-)) Bir de başlarda Katherine'e sempati duydum, fakat sonraları nedensizce "Beni kimse tahtımdan edemez beni buraya Tanrı koydu" diyip durmasının temelini bulamadığım için  karakterin ve hatta tüm kraliyet mensuplarının gerizekalı olduklarını düşünmeye başladım.

Sonuç: Yine de seriye devam edip tüm kitapları okuyacağımı itiraf ediyorum :-(  Bekle beni Boleyn Kızı.

Kitap gülle gibi?!

Saturday, August 11, 2012

Hediyeleşme ve Kitap Kulubu


Üye olduğum bir kitap okuma grubu var: kitappaylasim@googlegroups.com


Hediyeler!


Sohbet ediyoruz, bazen kitaplar hakkında konuşuyoruz, bazen de boş boş geyik yapıyoruz. Fakat ortak payda kitaplar olduğundan, üyeler bu gruptan ve sohbetlerden memnun.

Geçen yıl bir uygulama başladı, denildi ki üyeler aralarında eşleşsin, birbirimize birer kitap gönderelim. Kimin kime kitap göndereceği sürpriz olacaktı. Böylece adresimi verdim beklemeye başladım. Bir süre sonra unuttum gitti bu konuyu. Tam unutmuşken bir paket geldi; içinden güzel bir polisiye kitap çıktı. Çok sevinmiştim. Ben de kendi "eş"leştiğim kişiye kitap göndermiştim. (Benim gönderdiğim yerine ulaşamasa da)

Bu yıl biraz daha farklı bir uygulamaya gidildi. Denildi ki kişiler birbirini bilsin, sürpriz olmasın. Ayrıca bu kez kitaptan farklı olarak, kitapla iyi giden bir hediye daha koyalım; örneğin kahve veya çikolata.

Bana hediye gönderecek kişi Fıstıklı Tombi rumuzuyla bilinen arkadaştı... (Tıklayarak bloguna gidebilirsiniz) 

Dün öğle saatlerinde ofisteki masamda kocaman bir kargo pakedi buldum. Açıyorum, içinden bir şeyler çıkıyor... Açıyorum hala çıkıyor... Çıkarıyorum çıkarıyorum bitmiyor :)))
Anlayacağınız Fıstıklı Tombi beni hediyeye boğmuş. Biraz mahçup oldum. Fakat diğer yandan sadece sanal ortamda birkaç cümle kitap sohbeti yaptığım, tanımadığım bir insanın beni böyle bir sürprizle mutlu etmesi çok hoşuma gitti. İnsanlığa olan inancım arttı diyebilirim. (Hani 9Gag.com'da bazen böyle yayınlar yapıyorlar: Faith in humanity restored yazdıkları şeyler...)

Yine hediyeler... Müthiş bir fotoğrafçıyım (!) 
Bu üç kitabın dışında... Bir paket çikolata, bir rüzgargülü şeklinde şeker, bir paket "Topkapı Sarayı'ndaki kadınlar" temalı magnet, bir paket daha magnet, bir paket Japon Yeşil Çay'ı, bir çok hoş not defteri...
Yine o deftere kıyamayacağım ne yazacağımı bilemeyeceğim büyük ihtimalle. 

Bunun dışında saymadığım ufak tefek şeyler, son olarak da güzel dileklerini ilettiği bir kartpostal.

Bu sıcak hediye için kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Özellikle her kitabın iç kapağına not yazması hoşuma gitti, yıllardır insanlar hediye aldıkları kitapların içlerine el yazılarıyla ufak bir not yazıp, imza atmıyor... Yıllar sonra bakınca o notlar çok değerli oluyor aslında.

Tanımasan da bir insanı mutlu etmek, iyilik yapıp denize atmak ne güzel şey değil mi?






Kitap: Stieg Larsson - Millenium Serisi

Kütüphanemde Milenyum etkisi


Eveeet uzun bir aradan sonra kitaplarla ilgili bir yazı yazabiliyorum. Konumuz Millenium Serisi... Yani komik ve tamlamalardan oluşan 3 kitap: Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız. Bu tamlamaların üçü birleşse mesela Ateşle Oynayarak Koşup Gelip Arı Kovanına Tekme Atıp Kaçan Ejderha Dövmeli ve de Piercingli Kız olsa?Aslında kitapların yarattığı fırtına bu yıl dindi, yine de sinema filmleri sayesinde konu hala sıcak.

1- Ejderha Dövmeli Kız:

Serinin ilk kitabı. Aslında kitabın İsveççe ismi Kadınlardan Nefret Eden Erkekler. Kitapta bu erkeklere pek çok örnek var. İlk kitap olduğundan yavaş yavaş karakterleri tanıyoruz, onlara ısınıyoruz. İsveç'in bir polisiye kültürü var. Gazetelere sansayonel başlıklarla ("Bu yaz İsveç Polisiyesi okumak moda!!")  taşınan bu kültürle Millenium serisi sayesinde tanışabilirsiniz. 

Bence polisiye kitaplar, romantik kitaplardan çok da farklı değil. Neden derseniz, hızla ve iştahla okunuyorlar, ancak çabuk unutuluyorlar. Ejderha Dövmeli Kız'ı iki sene sonra pek hatırlar mıyım bilmiyorum. Genel olarak hatırlasam bile ayrıntılarını, konusunu unutmuş olurum. Örneğin Ejderha Dövmeli Kız'ın ana karakterlerinden olan gazeteci Mikael Blomkvist, romanın bir yerinde Sue Grafton'un bir polisiye kitabını okuyor. Ben Sue Grafton'un Türkçe'ye çevrilen alfabe serisini okumuştum. Hızla ve heyecanla her gün bir kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Fakat kitabın konusunu hiç hatırlamıyorum. Bunun gibi bir şey işte.

Ana karakter Lisbeth Salander hakkında çok konuşuldu. Daha da konuşulur çünkü sıradışı. Adeta içimizdeki isyankarı temsil ediyor. Dövmeli, piercingli, toplum tarafından itilmiş, kimseyle konuşmayan, kendisine zarar verenlere açıkça ve şiddetle ceza veren, kafasındaki ahlak anlayışına göre yaşayan bir kız. Fazla insanla muhatap olmasını gerektirmeyen bilgisayar ve hacker dünyasında mutlu. İlgisini çeken ve merak ettiği işi layıkıyla yerine getirirken, hoşuna gitmeyeni, ona zarar vereni elinin tersiyle itiyor. Parada pulda zaten gözü yok. 

Diğer karakterimiz Mikael Blomkvist ise gazeteci. Millenium isimli haber dergisinde çalışıyor. Dürüst, ahlaklı, adeta "olması gereken tür" bir gazeteci. Diğer yandan kadınlar konusunda oldukça şanslı, karşısına çıkan neredeyse tüm kadınları etkiliyor, kısa süreli saygı sevgi çerçevesinde(!) günübirlik ilişkiler yaşıyor. 

İlk kitabın konusu Mikael'in iş dünyasındaki bir skandalı ortaya çıkarmaya çalışmasıyla başlıyor. Ne yazık ki başarısız olan Mikael cezalandırılıyor ve bu nedenle Millenium dergisinden de ayrılıyor. İnzivaya çekilmeye karar vermişken, bir kasabaya gidip ufak çaplı bir detektiflik işi yapması konusunda teklif alıyor. Teklifin çok yaşlı bir sanayi devinden gelmesi ilgisini çektiğinden kabul ediyor. Uzun süre Lisbeth ile yollarının kesişmesini bekliyoruz. Sonunda buluşup iyi bir ikili oluşturuyorlar ve olayların gizemini bol macera eşliğinde çözüyorlar. 

Bu kitaptaki Lisbeth ve Mikael kimyası çok hoşuma gitti. Mikael'in çapkın, normal ve bilinçli gazeteci tavırlarının, Lisbeth gibi anormal tavırlı birisi tarafından bozguna uğratılması güzeldi. 

2- Ateşle Oynayan Kız:

İlk kitaptaki mide bulandıran ve şaşırtan suçlularla burada da karşılaşıyoruz. Serinin en iyi kitabı olduğunu düşünüyorum, hareketli, heyecanlı. Çoğu insan ve otoriteler de benimle aynı fikirde olmalı, kitap ödül almış. Lisbeth ve Mikael başlarda pek karşılaşmasalar da, Lisbeth'e yöneltilen suçlar, mafyanın ve bürokrasinin kirli oyunları onları bir kez daha birbirine bağlıyor. Lisbeth'in karakteri gelişip, biraz törpüleniyor.

Daha fazla karakterin, düşmanın işin içine girdiği, sürprizlerle karşılaştıran bir kitap.

3- Arı Kovanına Çomak Sokan Kız:

Son kitap... Olaylar bağlanıyor, suçluların cezasını çekmesini istiyoruz fakat Lisbeth bu işlerden nasıl sıyrılacak bilmiyoruz. Başlarda çok fazla karakter olduğundan kafam karıştı. Sonraları ise adeta "önceki bölümü kaçıranlara özet" kıvamında hatırlatmalar işin içine girdi. Bunlara bir de İsveç hukuk ve siyaset sistemiyle ilgili açıklamalar eklenince tempo düştü. Fakat sonlara doğru bir yerde yine toparlanıp şaha kalkıyor ve heyecan tekrar yükseliyor.

Bu kitabı okurken kafama çeşitli sorular takıldı. Nasıl takılmasın? Bir gazeteci, "yaşça küçük kızlarla ilişkiye girdiği ortaya çıkarsa ne yapacağını bilemiyor, bu skandalla yaşayamaz" Bizim ülkemizde olsa ne olur? Hiçbir şey. Olmadı mı? Oldu, okuduk, iki gün "utanmaz adam" dedik, unuttuk, yürüyüp geçtik. Bir "derin devlet" oluşumu ortaya çıkıyor ve değil dönemin başbakanı, günümüzdeki başbakanın bile yüreği ağzına geliyor. Bunlar bizim ülkemizde olmadı mı? Hangi hükümet bu tip skandallardan yara aldı? Daha doğrusu hangisi bu tür skandallar nedeniyle yerinden oldu?

Açıkçası İsveç'in sarsılmaz demokrasi anlayışının anlatıldığı kısımlar beni biraz düşündürdü. Sadece Türkiye ile karşılaştırdığım için değil, genel olarak demokrasi ve sosyal devletin işleyişi beni düşündürdü. Gerçekten Avrupa Birliği'nin ve İsveç'in işleyişi bu kitapta yansıtıldığı gibi midir? Eğer öyleyse aslında onların sisteminde de büyük boşluklar ve işlemezlikler var. Yine de hapishaneye 3-4 aylığına konulan gazetecinin içerde bilgisayarıyla oturması bile kocaman bir anlayış farkı. Bu tip örnekleri okuduğumda Silivri'deki duruşmaların gidişatıyla ilgili endişelerim daha da artıyor. Ayrıca bir skandal ortaya çıkar da hükümet devrilir diye düşünmeleri de beni şaşırtıyor çünkü bizim ülkemizde skandallar hükümetleri yıkmaz, hatta hiç etkilemez. Kitabın bu kısımları bazen inandırıcı bile olmadı benim için. "Neden bu kadar korkuyorlar ki, alttarafı mafya devlet ilişkisi" deyiverdim. İyice kaygısızlaşmamız ne acı değil mi?

Yazar, bu seriyi 10 kitap olarak düşünmüş. Üçüncünün sonunda aslında hikaye bağlanıyor. Ancak sadece ismen geçen birkaç karakter var ve Lisbeth'le Mikael'in özel yaşamları da yeni gelişmelere açık görünüyor. Bunlar da serinin ileriki kitapları için atılmış adımlardır herhalde. Ne yazık ki kitabın yazarı genç yaşta hayatını kaybetti. Burda yine İsveç'in zaman zaman özendiğimiz hukuk anlayışı devreye girdi ve yazarın nikahlı olmayan sevgilisi, kitabın gelirini ve haklarını alabildi. Bunun için bir mücadele vermesi gerekti, bu konuda gazetelerde çıkan haberleri görebilirsiniz, ancak yine de insanın "yıllarını paylaştığı hayat arkadaşının" yok sayılmaması adına önemli bir adımdı.


Kitapları iyi bir polisiye hikaye, ilginç karakterler için okumanızı tavsiye ediyorum, siz de "Kimmiş bu Ejderha Dövmeli Kız?" demekten kurtulun :-) Serinin film uyarlamalarından İsveç versiyonu olan, Lisbeth'i Noomi Rapace'in oynadığı ilk filmi izledim. Diğer filmleri de izleyince yazacağım.

Thursday, August 09, 2012

Kitap: David Nicholls- Bir Soru Bir Aşk

David Nicholls ismini Bir Gün isimli kitapla duyduk. Filminin gösterime girmesiyle birlikte satışları iyice artan bu kitap, uzun süre çok satanlar listelerinde yer almıştı. Hem yabancı bir arkadaşa, hem de anneme tavsiye edebildiğim, pek çok insanın hoşuna gidebilecek türde bir romantik/realist kitaptı.
Kitap Pegasus Yayınlarından... Bu aralar Pegasus kütüphanemde baya yer edinmeye başladı.

Bir Soru Bir Aşk ise Bir Gün'den ayrı olarak bu kadar farklı insanlara hitap edecek türde değil. Bunu gözattığım çeşitli bloglardaki okuyucuların olumsuz yorumları nedeniyle söylüyorum: Beklentiyi Bir Gün'e göre ayarlamamalısınız.

Belirtmek gerekiyor ki kitap Türkçe'ye Bir Gün'ün çok satmasının rüzgarıyla kazandırılmış olsa da, Bir Gün'den önce kaleme alınmış: Yazarın ilk kitabı ve 2003 tarihli. Bir Gün ise 2009 tarihliydi. Tarzları farklı. Dikkatimi çeken bir diğer konu ise kitabın orijinal ismiyle Türkçe'sinin farklı oluşu. İlk önce yine sinema filmlerindeki gibi abuk subuk isimlendirme hevesine kurban gittiğini düşündüm. Ancak sonra asıl ismin Türk okura pek bir şey ifade etmeyeceğini fark ettim. Aynı nedenle Amerika'da da farklı isimle yayınlanmış. Kitabın İngiltere'de yayınlanan ismi Starter For Ten (10 için başlangıç veya 10 puan için başlangıç denilebilir sanırım). Bu da kitapta da büyük yeri olan Üniversitelerarası Bilgi Yarışması'nın 10 puanlık ilk sorusuna gönderme yapıyor.

Kitabın arka kapağında "Yeni Nick Hornby geliyor" gibi yorumlar aldığı yazıyor. Bu yorumlar doğru sayılabilir. İki yazar da İngiliz, ikisi de genç, müziksever ve olaylara toplumun genelinden biraz daha farklı bakabilen değişik karakterleri mizahi dille yazıyor. Hatta -Bir Gün için böyle diyemem ama- Bir Soru Bir Aşk için neredeyse Nick Hornby'den etkilenmiş bile diyebiliriz. Kitap bana Ayrıntı Yayınlarından okuduğum, fakat isimlerini unuttuğum gençliği ve bol bol rock müziği içeren kitapları anımsattı. Bu tür kitapları çok sevdiğim için, bana göre her şey güzel.

Kitabın konusuna gelelim: Brian isimli arkadaşımız işçi sınıfına mensup, tek silahı inekliği olan bir öğrencidir. Üniversitede İngiliz Edebiyatı okumak üzere farklı bir şehire gider. En büyük hayali ise TV'de yayınlanan Üniversitelerarası Bilgi Yarışması'na katılmak ve tabii yarışmayı kazanmaktır. Karizmatik olduğunu düşündüğü uzun uzun cümleler kurar, edebiyatçı olma hevesiyle şiirler yazar, kızların yanında rahat davranabilmek için içip sarhoş olur, aynada sivilcelerini sıkar, bol bol hayranı olduğu şarkıcıları dinler. Bildiğimiz üniversite öğrencisi işte! Buna 80'ler nostaljisi ve İngiliz stili espriler de eklenince çok eğlenceli bir metin ortaya çıkmış.

Kitapta "Marksist zeki Yahudi kız", "üst sınıfa mensup çok güzel vicdansız kız" gibi klişe karakterler olsa da, hangimiz bir pazar günümüzü bu tip karakterleri içeren bir romantik komediye harcamadık ki?

Yazar, ilk romanı olduğundan, otobiyografik öğeleri kullanmış. Kendisinin de böyle ukala bir edebiyat öğrencisi olduğunu söylüyor. Ayrıca Amerikan film endüstrisinde üniversite gençliğiyle ilgili filmler olmasına rağmen, İngiltere'de olmayışını bir eksiklik olarak görmüş. Kendisi de 80'lerde üniversite okuduğu için, bildiği sularda yüzmeyi tercih etmiş. (Hatırlarsanız Bir Gün de 1980'lerden günümüze uzanan bir hikayeydi)

David Nicholls uzun süre BBC'ye edebiyat uyarlamaları yapmış, bir dönem oyunculuğu denemiş, kısacası sinema-TV ile yakın ilişkili bir yazar. Bu kitap da filme uyarlanmış. Uyarlamayı da yapan yazarın ta kendisi olduğundan, izlemek için can atıyorum. 2006 tarihli filmde başrollerde o dönem yeni parlayan James McAvoy ve Rebecca Hall var. Hattaaaa filmde şu aralar Sherlock Holmes olarak gördüğümüz Benedict Cumberbatch de var! Umarım filmi kısa süre içinde bulup izleyebilirim...

Kitap güzel bir gençlik romanı, fazlası değil, ama bu tip kitaplara da ihtiyacım var. Güzel bir alternatif.


Sunday, August 05, 2012

Film: Dark Knight Rises- Batman'de son nokta

Ufak tefek de olsa filmi izlememişler için bilgiler yer alıyor...
Efsane bitti demişler, Dark Knight Rises başlığı biraz çelişmemiş mi? anlamadım ben


Yönetmen Christopher Nolan Memento filmiyle sohbet ortamlarına bomba gibi düştüğünde sene 2000'di.  Sonraki filmlerinde de iyi oyuncularla şaşırtmacalı senaryoları birleştirip izleyicinin salondan mutlu ayrılmasını sağladı. Filmleri üzerine uzun uzun konuşuldu. (Bakınız The Prestige, Inception) Yönetmen Batman'e el atıp Batman Begins ile süper kahraman filmlerine farklı bir bakış açısı getirdiğinde ise kendisi de iyice kahramanlaşmış, kültleşmişti.

Arkasından Batman Dark Knight geldi... Çığır açtığı söylenebilir. Harika bir Joker karakteri, oyuncu Heath Ledger'in trajik ölümü, Oscar tartışmaları, filmdeki Joker'in sistem eleştirisi "özünde iyi insan" düşman olması gibi konular bizi aylarca oyaladı. Hala Joker tişörtleri ve posterleri sokaklarda bizi selamlıyor, iyi karakter Batman yerine kötü adam Joker tercih ediliyor. Çıta yükseldi, beklentiler arttı.

Nolan'ın son Batman filmini IMAX ile çekmesi ile yönetmen için sürekli söylenen "adamda mühendis yaklaşımı var" teziyle birleşti. "CGI yerine bir sürü figüran kullanıldı" açıklamasıyla beklentiler zirve yaptı. Filmin Amerika galalarından birinde manyak bir arkadaş eline silah alıp bir sürü insanı öldürdü, önceki filmdeki "Joker'in oyuncusu filme kendini çok kaptırıp yıpranıp ölüverdi" dedikodularına yeni bir trajedi eklendi. Film geçen haftasonu gösterime girdi. IMAX gösterim yapan İstinye Park'taki sinema için 4 Ağustos'taki gösterime 31 Temmuz'da bilet alırken salondaki "en iyi yerler" çoktan tükenmişti. Bunlar filmin oluşturduğu genel havanın bir özeti. Karşımızda aylardır beklenen, ilgiyle izlenen bir film var. Uzun süredir konuşuluyor, bir süre daha konuşulacaktır.

Ama... Ne yazık ki Inception'da olduğu gibi "Abi sen o sahneyi anladın mı?" veya Dark Knight'taki gibi "Bence kötü adam haklıydı" gibi bizi uzun süre meşgul edebilecek konular veremedi. Kısacası beklentilerin altında kaldı. IMDB puanı şu an Dark Knight ile aynı, 8.9 olmasına rağmen muhtemelen bir süre sonra düşerek normal bir seviyeye inecek, daha zekice veya daha güzel aksiyon sahneleri olan bir film onun yerini alacak. 

Amacım kalabalığın eleştirileriyle gaza gelip "Aslında 3 saat gözümü kırpmadan izledim ama salondan çıkınca baktım herkes çamur atıyor, ben de saydırayım" değil. Sayıca çok film izlememe rağmen teknik/teorik bilgim sınırlı, eleştirmen de değilim. Fakat birkaç seneyi bırakın birkaç ay sonra aklımızdaki yerini bulamayacağımız bir film bu.

Çok güzel bir açılış sahnesine sahip, bir önceki filmdeki Joker'in banka soygunu kadar ilginç ve şaşırtıcı değilse de, IMAX sayesinde görsel olarak harika, Hans Zimmer'in müzikleri sayesinde heyecan dolu. Ayrıca "kötü adam"la bizi tanıştırıyor. Burada da Joker gibi bir beklentiye girmemizi sağlıyor. Kötü adam Bane'in yardımcıları adeta Müslüman Cihad'çılar gibi "ölmeye ölmeye ölmeye geldik" kafasında, adanmışlıkla dolu kişiler. Haliyle ilerleyen sahnelerde bu adamların "kendilerince" ulvi bir amaçları olduğunu sanıyoruz. Fakat film ilerliyor, ilerliyor, Bane'in amacının altı bomboş kalıyor. Neredeyse "aşkından yapmış"a bağlayacaklarken kenarından dönüyorlar, onu bile mantıklı bulabilirdik, biraz daha altını doldurabilselerdi.

Yine filmin başlarında, Miranda Tate ile tanışıyoruz. Batman inzivaya çekilmiştir, şirketiyle bile ilgilenmemektedir. Bu arada Miranda adlı etraftakilerin "ya şu kızı bizim Bruce'a ayarlasak, hem iş kadını hem de güzel" dediği Marion Cotillard'ın karakteri devreye giriyor. Miranda bir şekilde Bruce'a ulaşıp, sermaye ortaklığı ile çevre dostu projelere imza atmak istemektedir. Bizim "iyi adamlar" o kadar iyiler ki, Miranda bu paraları nasıl bulmuş, Miranda necidir, anası babası ne iş yapar falan hiç ilgilenmiyorlar, gül yüzünün hatrına şirketi veriyorlar, bütün sırlarını açıklıyorlar. Bu noktada spoiler verdiğimi falan düşünmüyorum, çünkü filmi izlerken "bu kadın neci, kimlerle ne iş yapıyor" gibi soru işaretleri oluşuyor zaten. Hiçbir şekilde güven yaratmadığı yetmezmiş gibi bir de Bruce'la aşk ilişkisi geliştirtilmeye çalışılmış, Bruce kadından hiç etkilenmiş görünmemesine rağmen sonlarda "seni unutmayacağım" diyor, "onu kurtarmak için her şeyi yaparım" kafasında ilerliyor. Şaşırtan ve hiç fena olmayan Kedi Kadın karakteriyle olan ufak flörtleri çok daha inandırıcı olduğundan, Kedi Kadın'ın "hırsız ama özünde iyi insan, adeta çağımızın Robin Hood'u" tavırları sevimli görünüyor.

Batman inzivada, Bruce Wayne acı çekiyor, eski aşkını düşünüyor, babası gibi olan Alfred ne kadar nutuk atarsa atsın kararlarından ve depresyonundan dönmüyor. Michael Caine Alfred rolünde döktürüyor, gözyaşlarını döküyor, yine de Bruce onun lafına gelmiyor. Fakat azimli polis memuru bir doz "yetim çocuk hikayesi" sununca birden gaza geliyor, gidip Gary Oldman'ı, pardon Gordon'ı buluyor, işe koyuluyor. 

Bunlar tüm filmlerde olan klişeler mi? Evet, öyle, fakat böyle büyük bir filmde sırıtıyor. Parayı dök, oyunculukları zirveye çıkar, her şey mükemmel, diyaloglarda inandırıcılığı kaybet... 

Bir diğer sıkıntı da "son anda" mevzusu. Artık  "bombanın patlamasına saniyeler kala doğru kabloyu kesmek" bizlere yetmiyor. Daha iyisini o kadar çok gördük ki, gişede çılgın atsın, yapımcı şirketi zengin etsin, McDonalds oyuncaklarını versin diye çekilen filmlerde bu numaralar karın doyurmuyor. 

Kötü adam Bane- Tom Hardy

Film boyunca "nükleer bomba" ve bunun sahibi çapulcu terörist Bane gerilimi yükseltiyor. Bane'in Gotham işgalinde eski düşman Scarecrow bile kendine bir yer bulmuş, anarşizme benzeyen fakat aslında bir diğer Amerikan anarşizm karikatürü olan düzensizlikte ceza kesici olmuş. Burada artık sinirlenemiyorum bile, anarşizmin, kapitalizm eleştirisinin böyle büyük filmlerde bu şekilde yapılmayacağını, yapılamayacağını, bir şekilde düzen yanlısı bir sona bağlayacaklarını biliyorum. Zaten "bu düzenin yerine ne gelebilir?" sorusunun yanıtı teoride bile tam açıklığa kavuşmamışken bunu bir "eğlence filmi çeken yönetmen"den beklemek ne kadar doğru? Bane hedefsiz bir terörist. İnsanları özgürleştirdiğini iddia ediyor, zenginleri kaldıkları otellerden sokağa atıp, insanların evlerini işgal ediyor, hatta Wall Street'i işgal ediyor, filmlerdeki anaşizm=servet düşmanlığı klişesini sonuna kadar savunuyor.  Bunlar hedefsizliği ve filmin gerilim unsuru olan o büyük "nükleer bomba"nın yarattığı baskıyla iyice amaçsızlaşıyor.

Bombanın filmin sonunda "patlaması" yani yine kafalarda soru işareti bırakması en kötü hayal kırıklığı. İyi polislerin emir komuta zinciri ve bürokrasi nedeniyle çaresiz kalması, "Bana Başkan'ı bağlayın" diyen zavallı komutan filmdeki yegane düzen eleştirileri olmuş. Ha, filmin kalitesini inkar etmek istemiyorum çünkü bu altmetinleri gözümüze sokarak ucuzlaştırmış değil, hatta Nolan'ın neyi ne bilinçle yaptığından bile tam emin olamıyoruz. 

3 saat boyunca güzel müzik, güzel görüntüler, birkaç patlama, birkaç dövüş, güzel kadınlar, karizmatik adamlar, yıldızlar geçidi izleyerek tatmin olmaya çalışıyoruz. Haftasonunu değerlendirmek için iyi bir seçenek, temiz bir film. Ama elinizde kolanız ve patlamış mısırınızla izleyeceğiniz ve birkaç ay sonra unutacağınız bir film. Bir de benim gibi film boyunca nükleer bombaları ve onların kilometrelerce ve nesillerce öteye etki eden güçlerini düşünmemelisiniz.

Efsane değil. Bir de sonunu "devam filmi olabilir" hissiyle bağlamadan duramıyor mu bu yönetmenler? Yapım şirketleri bu kadar mı muhtaç kalmış yeni konulara?