Tuesday, February 19, 2013

Kitap ve Film: Woody Allen

Woody Allen her yıl bir film çektiğinden kaçınmanız mümkün olmayan bir yönetmen. Ayrıca Caz müzisyeni, (sanırım klarnet çalıyor) kitap yazıyor. Annie Hall ve Manhattan gibi erken dönemde yıldızını parlatan filmler çekti, 2000'lerde ise Match Point gibi Avrupa'da çektiği filmlerle acayip bir geri dönüş yaptı. Birden Scarlett Johansson ilham perisi olmuştu, yeniden Woody Allen popülerdi. Son yıllarda Paris, Barselona, Roma gibi şehirleri merkezine alan filmler çekince, "İstanbul'u da çekse ya..." sohbetleri dönmeye başladı. 

Kişisel olarak Woody Allen'ın sürekli "ölümden korkan, çok konuşan, histerik entelektüel" tiplemeleriyle dolu filmler çekmesinden hoşnutum. Filmlerde mutlaka hoşuma gidecek bir yan buluyorum. Bunu hem eskiler hem yeniler için söylüyorum. Aslında 2000 sonrası filmlere bakınca en çok hoşuma gidenler de bu içinde "arayıştaki insan, sorgulayan entelektüel" olan filmler: Roma'dan Sevgilerle (To Rome With Love) ve Paris'te Geceyarısı (Midnight in Paris) gibi. 



Filmleri izliyorum, kitapları da okuyalım dedim. Yan Etkiler isimli kitabını aldım. Siren Yayınları'ndan çıkmış. -Bu arada Siren Yayınları'nın sitesine baktım da, birkaçını okuyup sevdim, onların dışında okumak istemediğim sadece Woody Allen var içlerinde, yine bana taksitler, alışverişler göründü-

Yan Etkiler kitabını pek sevmedim. Filmleri izlemeye devam edeceğim. Resmen aylardır sürünüyor kitap elimde... İçinde öyküler ve denemeler var. Çantamda gezdirip durduğum için en çok yıpranan kitaplarımdan biri oldu. Oysa sevdiğim kitaplar yeni gibi durur, çünkü hemen okur ve özenle kütüphaneye kaldırırım. Kitabı sevmememin nedeni nedir derseniz... Mizah anlayışı bana hitap etmedi. Daha doğrusu... Okuyorum, ilginç veya gülümsetici buluyorum, fakat günün sonunda bile sabah okuduğum öyküyü unutmuş oluyorum. Ayrıca Amerikan ve Yahudi toplumu esprilerini yakalamak benim için çok kolay değil. İyi ki çeviride sorun yoktu (bence) bir de kötü çeviri olunca hiç anlaşılmıyor böyle kitaplar. (Bu tür Amerikan sitcomları izleyip, berbat altyazı nedeniyle hiç gülmediğiniz mutlaka olmuştur)

Filme gelince... !f İstanbul kapsamında Woody Allen belgeseli vardı. Önceki yazımda yorum bırakıp bilete ilgisini belli eden arkadaşımız Tankut'la gittik :) Film o kadar iyi değildi diye üzüldüm. İnsan arkadaşını götürdüğü film iyi çıksın, o da sana teşekkür etsin, "ne mükemmel seçimlerin var" desin istiyor. (Ki bana hep böyle olur... Mükemmel seçimlerde bir markayımdır hahaha. Son 2-3 seçimimde çuvallıyorum ama yorgunluktan herhalde?)

Belgesellerde bir handikap var, sen adamı alıp "Abi senin hayatını çekiyoruz" diyorsan, haliyle dostluk ve sevgi çerçevesinde gelişiyor olaylar. Woody Amca kamera karşısında anlatıyor. Eski eşler, çalışma arkadaşları anlatıyor, herkes övüyor da övüyor. Birisinin objektif belgeselini çekmek için illa o kişi ölmüş mü olmalı? Film boyunca "Bakalım Mia Farrow ve Woody'nin evlatlık kızıyla evlenmesi skandalını nasıl anlatacaklar?" diye bekledim. Objektif olmak adına, ona da değinmişler pek tabii. Fakat "Olur böyle skandallar, özel hayat" denilip geçilmiş. (Aslında bence de öyle ama zaten film boyunca o kadar övgü vardı ki, kalkıp birileri de "evlatlığınla evlendin pis adam" desin istedim)

Sonuç: Woody Allen film çeksin, izleyelim olayları büyütmeyelim. 


Tuesday, February 12, 2013

Kitap: Murat Menteş - Dublörün Dilemması

Murat Menteş Yeni Şafak Gazetesi'nde yazıyor. Bu aslında başlı başına kendisini okumamam için neden...di... Zaman içerisinde yumuşamam ve herkese, her şeye açık davranmaya başlamam, benim olgunlaştığımı mı gösteriyor, yoksa artık umursamaz olduğumu, "onların", "birtakım dış mihrakların" kazandığını mı gösteriyor? Tabii ben olgunlaştığım teorisine tutunacağım. Zaten hayata karşı düşmanca bir tavrım yok. -Adeta bir sevgi kelebeğiyle karşı karşıyasınız-

Kapak güzelmiş

Önceden olsa uzak duracağım "başka dünyalardan" insanlarla konuşmaya çalışıyorum. Bu insanların başında kendisini muhafazakar olarak tanımlayanlar var. Neden onlar, derseniz, skalamda eksik kalan tek kısım olduklarından diyebilirim. (Böyle ifade edince de insan ve deneyim koleksiyonu yapıyorum gibi durdu) Herneyse, kısaca özetlemek gerekirse, gittiğim okullar, çalıştığım kurumlar, yetiştirilişim, arkadaşlarım, derken ben aslında hiçbir zaman kendi çevremden çıkmıyorum ki? Bu şekilde yargılaman ve anlamaman daha olası. Üniversitedeki en yakın arkadaşımın cuma'ya gittiğini aylar sonra öğrenmiştim. Büyük bir şaşkınlıkla Iron Maiden dinleyen çocuğun, "Anadolu'dan gelmiş, kızlarla konuşmayan kumaş pantalonlu çocuklarla selamlaşmasını" izlemiştim. Sonra sordum, meğer camide tanışmışlar. Kendi hayatıma saygı beklerken başkalarının hayatına da saygı göstermem gerektiğini, ayrıca insanları sınıflandırmamam gerektiğini anlamaya başladığım anlardan biri oldu.

Kitaba gelirsek, ben Murat Menteş'i direkt olarak "muhafazakar" diye yaftaladığım için, okumadım. Fakat kendisi dalga dalga popülerleşti. Bu sefer de popüler diye yaftaladım, yine okumadım. Sonra bir iki gazete yazısı gönderdiler. Onları da "Ben o gazeteyi okumam" diyerek okumadım. Derken büyük aşklar nefretle başlar diye düşünüp sonunda kitabı edindim. (Birden büyük harflerle "şu an hac'dayım!!" diye espri yapmak istedim hahaha)

Kitap güzel. Ne anlamda güzel derseniz... Kimin okuduğuna bağlı olarak güzel. Büyük şehirde üniversite okumuş, gezmiş, bir iki kitap okumuş, çeşitli filmleri izlemiş birisi olarak içerdiği tüm göndermeleri anlarsınız. Komik kısımlar, eğlenceli diyaloglar var. Ortalarda "ne oluyor burda, kim ne yapıyor?" gibi şaşkınlıklar yaşanıyor. (Tempo düşüyor aslında, konu şaşırttığından değil yani) Bunun bir nedeni de geleneksel Türk/muhafazakar anlayışıyla bu tür esprili, büyük şehirli ve cesur olma iddiasında bir kitap yazmanın zor oluşu, bence. Başlarda Türkiş yeraltı edebiyatı gibi başlayıp, sonra "aslında içsel yolculuğuna devam eden temiz dindarlar"a dönüyor, zaten halkın %80'i her haftasonu şarap içip her haftabaşı tövbe eder, bunu satıraralarında sokuşturmak çok anlamlı mı? Amaç sadece kendi yaşam anlayışını da vermek gibi oluyor böyleyken. "Biz temiz çocuklarız aslında, değerlerimizi yitirmedik"

Macera, ilginç isimli karakterler, bir sürü gönderme derken kitap bitiyor. Bi ara İstanbul'a konferansa gelmiş Jean Baudrillard gibi post modern felsefecilerden, Matrix filmine, Tarantino filmlerinden, Orhan Gencebay şarkılarına kadar gönderme de gönderme. Ekşi Sözlük'çülerin deyimi ile "ona selam çaktı buna selam çaktı" şeklinde.

Gönderme olayı iyi bir şey mi? Emin değilim. Çünkü bu şekilde sadece belli bir kesimin kendisini yakın hissettiği ufak bir kitlenin putlaştırdığı kitaplar ortaya çıkıyor. Oysa benim beklentim, bilmediğim bir dünyanın kapısının aralanması,  hissetmediklerimi hissedebilmek. Durumu benim zaten bildiğim bir Tarantino filmiyle tek cümlede özetlediğinde gülümsüyorum, hoş buluyorum, fakat o filmi bilmediğimde benim için hiçbir şey ifade etmeyecek olması beni sıkıyor. Edebiyatı biraz daha ciddiye alıyorum herhalde. Kitap yakın arkadaşlarımızla çevirdiğimiz geyikler gibi beni eğlendirmeli mi? Çünkü evet, bir arkadaşımla "sadece İstanbul'da üniversite okumuş insanların anlayacağı" bir gönderme yaparsak güleriz, çok eğleniriz, fakat bu diyalogun "içeriği dolu bir aydınlanma sohbeti" olduğunu da iddia etmeyiz. Hatta bazen bunu yapmak ayıp bile... Diğer yandan aslında kitapların öğretici bir yönü de vardır, o alıntı veya gönderme ilgini çeker, yeni şeyler keşfedersin?

Bir diğer tereddütüm de "arkadaşlar arasında eğleniyoruz" tavrı. Bu tavır Murat Menteş ve Afili Filintalar web sitesindeki yazarlarda hissediliyor (Alper Canıgüz, Onur Ünlü gibi isimler) Kendilerinin böyle bir iddiaları olduğunu hissetmedim, o nedenle çok itici gelmiyor. Ama emin değilim. Bir dönem sevimli bir dönem itici geldi. Kitabın arka kapağına arkadaşına övgü dolu sözler yazdın, ortak proje yaptın, kendine ait jargon oluşturdun, kendi espri anlayışın var... Tamam belki İngilizler yapınca "Monty Python çok komik abi hehe" diye gaza gelip, Türkler yapınca burun kıvırıyoruzdur, emin olamadım.

Piyasadaki abuk subuk kitapları düşününce baya iyi kitap bile diyebilirim neden bu kadar uzattım bilmiyorum. Okuyun kendiniz karar verin. Beklentiyi benim gibi düşük tutsanız daha iyi olabilir.

Sunday, February 10, 2013

Aktivite: !F İstanbul Bağımsız Film Festivali

12. İf İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali  İstanbul için 9-24 Şubat tarihleri arasında. Birkaç yıldır Ankara ve İzmir'de de festival oluyor fakat İstanbul'lu olduğumdan, onları pek takip etmiyorum.

Bu yıl beş film için bilet aldım. Her zamanki gibi amacım "Bir şekilde bulup izleyemeyeceğim, festival dışında zor yakalayabileceğim" filmleri bulmaktı. Mesela normalde izleyemeyeceğimiz bir Slovak filmi veya pek ilgi göremeyecek bir politik belgesel, benim listeme giriyor. Ancak zaten ünlü oyuncuları veya yönetmeni olan filmleri, festival dışında da izleyebilirim diye, es geçiyorum. (Vaktim ve param olsa tabii es geçmezdim)

Her yıl İf için "Bağımsız dediniz ama bir sürü sponsorunuz var?" veya "Ne biçim festival, bilet fiyatları pahalı?" gibi eleştiriler oluyor. Geçen yıl benzeri eleştirileri yapıyordum ve şöyle bir yazı yazmışım. Bu yıl eleştiri yapacak enerjim yok, baktım ki İş Bankası Kredi Kartı'na 4 filmde %50 indirim oluyor, ben de 5 filme bilet alıverdim. (5 film sanmıştım ben o kampanyayı aslında...) 

Biletler Mybilet'te... Önceden biletlerimi bastırmak istedim. Akmerkez'deki Mybilet ekranından bastıramadım. Çünkü sadece festivalin olduğu MyBilet gişelerinden basılıyormuş. (Çok saçma) Gidip Taksim'deki Fitaş'tan bastım biletleri. Mybilet'e telefon edip sordum, bir neden söylediler ama tam anlamadım, kurcalayamadım...

Seçtiğim filmler:

1- F*ck For Forest / Orman İçin Seviş : Şimdi ben bu filmi neden seçtim? Gerçekten çok fikrim yok bazen böyle anarşistliğim tutuyor ve bir şey kışkırtıcı ve tuhafsa hemen büyüsüne kapılıyorum. 

Neyse sonuçta bu Fuck For Forest'çıları önceden biliyordum (Acaba bunu itiraf etmem fena bir şey mi?) Üniversitedeki aktivist rockçı dönemlerimizde arkadaş grubumuzda kulaktan kulağa yayılan ve kızlardan itinayla saklanan videodan  haberdar olmuştum... Tabii ben inatçılığım ve meraklılığım nedeniyle gidip Ekşi Sözlük'ten olayın ne olduğunu öğrenmiştim. Kendi porno filmlerini çekerek ormanları kurtarmak için para toplamaya çalışan gençler var, Norveçliler. Bahsedilen videoda ise bir rock konseri sırasında sahneye çıkıp icraata girişiyorlardı. Meraklılığım bilimsellik boyutuna gelmediğinden, ne olduğunu öğrenip, arkadaşlar arasındaki esprileri anlayacak kadar olaya hakim olmak bana yetmişti, daha fazla kurcalamamıştım olayı. (Zaten porno benim neyime? Oturup onun için de feminist manifesto yazmaya kalkarım sonra size yazık...) Film bu grupla ilgili bir belgesel. Ne çıkacak bilmiyorum. Umarım iyidir. 

2- Frances Ha: Aslında bu filmi sonradan izlemek mümkündü ama nedense gaza gelip bilet alıverdim. IMDB puanı 8,4, Yönetmen Noah Baumbach, bundan önce Mürekkep Balığı ve Balina filmini izlemiştim, Fang Ailesi kitabı yazımda bahsetmiştim bu filmden, indie işler küçük delilikler falan. Off hem eleştiriyorum şu "indie" ve de "bağımsız" tavırları, hem dayanamayıp sürekli takip ediyorum. Çok sıkıcıyım. Gelin dürüst olalım Zoey Deschanel'a benzesem ben de rahat ederdim. (şaka yahu istesem benzerim hehe)

"Bu nasıl anlatım?" diyenler için geliyor: Filmin yönetmenini ve başrol oyuncusunu sevdim baktım IMDB puanı da 8'in üzerinde, ilgimi çekti kısaca... Aslında konusunu bile okumadım sanırım. Güvenmişim isimlere...

3- Zerre: Türk filmi. Altın Portakal'da En İyi İlk Film Ödülü'nü aldı. İyi film diyorlar hevesliyim. İşçilerle ilgili ve zor hayatları anlatan filmler hemen ilgimi çekiyor yapacak bir şey yok...

4- Uus Maailm / Yeni Dünya: "Estonyalı genç aktivist" diye başlamışlar cümleye... İnsan Estonya filmi nereden bulur da izler? İlginç olabilir. Göreceğiz.

5- Woody Allen: A Documentary / Woody Allen: Bir Belgesel: Woody Allen'ın kitabını okuyorum şu an; Yan Etkiler. Hiç sevmedim kitabı. Ama Woody Allen filmlerini severim. Belgesel de severim. Yine IMDB puanı 7,5. İlginç adam Allen, filmin de hoş olabileceğini düşünüyorum. 

Sonuçta görüldüğü gibi gidip iki tane aktivizm belgeseli, bir tane "sinemacının hayatı" konulu belgesel, iki adet de "film" seçmişim, oldukça kısır bir liste. Zamansızlık ve cesaretsizlik beni böyle yaptı. Günde 1-2 filme gidebilecek kadar enerjik hissetmedim. 

Acaba aktivistlik yapamıyorum diye oturup belgeselini mi izliyorum? Bunu irdelemek lazım mı acaba? Neyse artık, İyi Seyirler herkese.



Friday, February 08, 2013

Film: Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından uyarlama. Film 2011'de gösterime girdiğinde, kitabı daha yeni okumuştum ve hemen sinemaya koşmak istemiştim. Ne yazık ki fırsatım olmadı. Yönetmen Seyfi Teoman'ı da Tatil Kitabı isimli ilk filminden biliyordum zaten. Sonra... Sonra ben daha filmi izlemeye fırsat bulamadan trajik bir haber geldi; 2012'de Seyfi Teoman'ı bir kaza sonucu kaybetmiştik.

Barış Bıçakçı'nın kitapları çok güzel. Hepsini okuyamadım henüz ama okuduklarımı çok sevdim. Fakat bu yazarın, sosyal mecralarda "genç kızların ve melankoliklerin sevgilisi" imajı var. İyi ki ortada görünmüyor. Yoksa korkarım liselerde Cezmi Ersöz'ün yerini alırdı. Neredeyse "Okudum, sevdim" demeye çekineceğim. Yere göğe koyamama, putlaştırma söz konusu. Abartmadan seviyorum kendisini şu an...

Güzel cümlelerden oluşan bir kitap yazmak çok zor değildir herhalde ama bunu öyküleştirebilmek meziyet. Filme almak daha da zor. Oyuncular, gerçekçilik, sıkmayan bir sanat filmi olması harika.

Konu aşk gibi görünse de aslında dostluk... İzlerken hüzünleneceğimi bile bile izledim... Yine de sonunda gülümsedim. Dostluk, arkadaşlık ne güzel şey, aşk da ne fena şey değil mi? Bu çeşit dostlukların sadece erkeklerin arasında olabilmesi de acıklı, beni hüzünlendiren de buydu. Kadınların aralarında da güçlü bağlar olabiliyor, ancak erkekler kadar açılamıyorlar birbirlerine.

Genelleme yapıp da savımı tam desteklemediğim için üzgünüm, dostluk üzerine konuşasım yok, dostlarımı kırmadan bunu yapmam da mümkün olmazdı herhalde. Konu bu filmse, izleyin, güzel film.

Thursday, February 07, 2013

Liebster Blog Awards - Mim Meselesi

Settie arkadaşımızın gönderdiği Mim nedeniyle bu gönderiyi hazırlıyorum: Liebster denilen Blog tanıtım hadisesi. Mimleyenlerin sorduğu 11 soruyu cevaplıyoruz, kendimizle ilgili 11 bilgi veriyoruz, 11 soru hazırlayıp, 11 kişiye soruyoruz. Şimdi burada şöyle bir sorun var:
Ben 11 kişi tanımıyorum ki? Bana böyle forward mailler de geliyor bazen, "Hayatınızdaki 15 kadına gönderin" falan. Yok arkadaş o kadar tanıdığım benim? Yani vardır tabii de... Ya mail adresi yoktur, ya böyle bir samimiyete girmem falan filan. Sosyal sorunları olan biri olmasam internette bu kadar aktif olur muyum lan delirtmeyin beni?!

Öhöm, neyse konuya dönüyorum, çünkü soru cevaplamak çok zevkli.
Settie'nin soruları ve cevaplarım:
  • Tekrar tekrar okuduğun bir kitap var mı?
Yok. Çünkü hayat kısa ve ben bütün kitapları okumak, bütün filmleri izlemek istiyorum. Zaman yok. Bir kitabı tekrar okumam için onu unutmam lazım. Film izlerken ikinci kez izleyebilirim, yanımdaki arkadaşımla vakit geçirmek için. Yalnızsam hayatta yapmam bunu da.
  • Okuduğun kitaplar ve izlediğin filmler aynı tür mü? Hangisinde neyi tercih ediyorsun?
Aynı sayılabilir, çünkü roman uyarlamalarını da izlemeye bayılırım. Fantastik kurgu, bilimkurgu filmi ve kitabı severim. Ama ben pek seçici değilimdir her türü izleyebilir/okuyabilirim. Her ikisinde de önem verdiğim eleştirmenlerin yorumlarına bakıyorum. Sosyal mesajı olan, içeriğiyle öğretici veya etkileyici olan filmleri ve kitapları okurum. Kitaplarda Klasikleri ve edebi yönü güçlü olanları severim. Filmlerde tarihi filmleri, kostümlü dramaları, komedileri severim. "Sundance festivalinde ilgi çekti" gibi kalıplar kullananlara hemen kapılırım.  Şahan'ın dalga geçtiği entel filmlerini izlemeden duramam. (Ama o adam zaten kitap da okumuyor)
  • Bir kitabı okumadan fikir sahibi olup, negatif yorum yapıyor musun?
Evet, yayın evine, kapağına, arka kapaktaki özete, yazara bakıp sanki yıllardır o adam düşmanımmış gibi çılgınca negatif yorum yapabilirim. Örnek vereyim; "Ayşe Kulin eşcinsellikle ilgili kitap yazmış" cümlesi yeterli benim için. Nadiren okumadan yorum yaparım, ama yaptım mı tam yaparım. Mesela Ayşe Kulin'e bir küfretmediğim kalır. 
  • (Çalışanlara soru) Okumaya nasıl, ne kadar vakit ayırabiliyorsun?
Sabahları erken kalkarsam kahvaltı sırasında birkaç sayfa okuyorum. Sonra servis beklerken sokakta veya işe giderken araçta okuyorum. Akşam eve gelince okuyorum. Fakat haftasonları çok koşturmacalı oluyor, vakit ayırmak zor oluyor gerçekten. Buna rağmen haftada 1-2 kitap okuyabiliyorum. (zaman zaman artıp azalabiliyor) Çantamda oluyor hep, fırsat oldukça açar okurum ama abartmamaya da çalışırım, hani otobüste ayakta falan okumam mesela.
  • Özellikle sevdiğin, takip ettiğin bir yayınevi var mı?
Metis, Ayrıntı, İthaki, İletişim, Can kütüphaneme bakınca neredeyse birer raf ayırdığımı farkettiğim yayınevleri. Sel de iyi mesela. Şu aralar Siren ve Domingo da ilgimi çeken şeyler yayımlıyor. Bilemedim. 
  • Diyelim ki bir Tardis buldun, uzayda ve zamanda her yere gidebiliyorsun? Nereye, ne zamana gidiyorsun?
Ortaçağ'a gidip atmosfere bakmak isterdim. Bu konuda filmler, kitaplar da vardı. Fakat herhalde korkarım bunu yapmaya ve geleceğe giderim. (Gelecekten korkmam; cadı falan sanmazlar herhalde?) Varsa bir kolonimiz insanlık olarak, başka bir gezegende, ona giderim.
  • İçine/arka kapağına bakmadan yalnızca adını, kapağını vs. beğenip aldığın kitaplar var mı?
Vardır ama anımsamıyorum. Daha doğrusu, önce bunlarla tavlamıştır beni ama arka kapağına da mutlaka bakmışımdır. Şüpheci ve ayrıntıcıyımdır.
  • Astrolojiyi ciddiye alıyor musun? Batıl inançların var mı?
Batıl inancım hatta herhangi bir inancım yok. Bunu insanda boşluk yaratan depresif bir şey olarak görüyorum bazen. Kalan zamanlarda da batıl inancı olanlara "salaklar" diyorum. Astroloji konusunu da ciddiye almak istemiyorum, bilimsellik takıntılıyımdır, bilimkurgu sevmemin bir diğer nedeni, fakat gerçekten burcumun özelliklerini taşıyorum ve şu aralar yakın olduğum insanlar da taşıyor. İtiraf etmek istemiyorum ama hafiften ciddiye alabilirim.
  • Oturup sohbet etmek istediğin yazar/yazarlar var mı?
Utanırım, bu yüzden hayır yok. (Ayrıca hayal kırıklığına da uğrayabilirim)
  • Kitap okumak için başka işlerinizi iptal ettiğin, arkadaşlarına "gelemem, çok işim var" dediğin oluyor mu?
"Kitap okuyacağım gelemem" diyen dürüstlükte bir arkadaşım var... Kendisine gülüyorum hep. Bu yüzden, hayır böyle bir şey yapmam. Zaten ineğim inek olacağım kadar, yeter ki arkadaşlar çağırsın, ben giderim.
  • Hayal ettiğin ya da sevdiğin işi yapabiliyor musun? (Öğrenciysen, istediğin bölümde mi okuyorsun?)
Hayır yapmıyorum, fakat bunun peşinden de koşamıyorum, sonuçta sızlanmamaya ve idare etmeye çalışıyorum. Ancak radikal kararlar alabilirim, veya almalıyım çünkü böyle mutsuz yaşanmaz...

Benimle ilgili 11 gerçek:
  1. Yaşımı hep en az 2-3 yaş eksik varsayarak düşünüyorum. Bunun kadınsal genç kalma takıntısıyla ilgilisi yok, alışamadım zamanın hızlı geçmesine. Ayrıca bu durumun biraz da bizi bir türlü büyütmeyen toplumumuzdan ve ailelerimizden kaynaklandığını düşünüyorum.
  2. Çok fazla dizi izliyorum, (online dizi izlenen platformlar ve torrentle) bu konuda hislerim karışık; guilty pleasure dedikleri, gizlice zevk aldığım fakat bir yandan kendime de yediremediğim bir şey. Aslında yavaş yavaş yedirmeye başladım çünkü hayatta "yüksek" zevklerimle "yüksek" şeyler peşinde koşup madalya almayacağım. 
  3. Bazı insanların mum, koku, parfüm, kokulu krem gibi takıntıları bana çok garip geliyor. Güzel kokmayı, güzel kokuları severim ama bunlara hobi olarak yaklaşılmasını anlamıyorum. Züppe geliyor bu tip insanlar bana.
  4. Üşenmek ve cesaret edememek arasında gidip gelirim hep, hangisi baskın bilmiyorum.
  5. En büyük hayalim bir sinemanın olduğu sokakta oturmak. Mesela Caddebostan Budak'ın olduğu sokakta, ki burada kiralık bir ev sorduk geçenlerde arkadaşımla. En büyük hayal olmak için küçük, benim hayalim olmak için büyük.
  6. Amerikan dizileri izleye izleye "mahallemizde pub olsa da takılsak" der oldum. Aslında var sayılır ama benim arkadaşlarım benim mahallede değil, ayrıca o mekana tek başıma takılırsam en fazla esnafla kanka olurum.
  7. Yaptığım işin beni tanımlaması en büyük korkum. (Hani avukatlar avukattır artık, hayatın her alanında, doktorlar da doktor, bunun gibi... Ben kendim olmak istiyorum, mesleğim değil)
  8. Eşyalarıma çok iyi bakarım yeni gibidirler. Ödünç veririm, geri istemeye utanırım, kötü halde dönerse üzülürüm, sineye çekerim.
  9. Bazen çok yüksek sesle konuşuyorum. Kontrol edemiyorum galiba.
  10. İstanbul dışında -1-2 ay tatil dışında - bulunmadım, bunun eksikliğini duyuyorum.
  11. Günlerimi "Keşke şunları deseydim, keşke bunu da söyleseydim" diyerek pişman olarak geçiriyorum. En son dün gece bir diyalog yaşadım ve sonuçta bugünümü sürekli "şunu da deseydim bunu da deseydim" diyerek geçireceğim. Bazen bunları biriktirip mail olarak yazıyorum insanlara. Fakat genelde doğru düzgün dönüşler olmuyor. Küfretmek istiyorum bu durumda insanlara.

Karşılığında kimseyi mimleyemiyorum ne yazık ki 11 kişi seçebilecek vaktim ve ruhsal halim yok.
Özürlerimle.
Sevgiler.