Saturday, March 31, 2012

Kitap: Serenad- Zülfü Livaneli

Kitapla ilgili söylenebilecek çok şey var. Fakat ne yazık ki bunları pek çoğu  kitabın harikalığından kaynaklanmıyor. 

Serenad- Zülfü Livaneli
Okunabilir, konu itibariyle çekici ve merak uyandırıcı, ancak edebi olarak insanı etkileyen bir yanı yok. Ha, şimdi diyeceksiniz ki son dönemlerde "çok satmış" diğer romanlar bundan farklı mı? Hayır değil, hatta bu kitap onlardan ileride. Yine de insan Zülfü Livaneli gibi çok yönlü ve hayatı boyunca birçok farklı alanda kendini kanıtlamış birisinden daha iyisini daha derinini bekliyor. Gerçekten Zülfü Livaneli'nin hayat hikayesini okuyunca,  (buyrunuz okuyunuz) o D&R'da sürekli dinlediğimiz konser kaydındaki gibi "Yiğidim Aslanım"ı söyleyen detone adamın ötesinde olduğunu, değerli ve Türkiye için gerekli bir insan olduğunu farkediyoruz. 

Bu kitapta da niyeti çok iyi, -her yerde belirtildiği gibi- hümanist fikirlerle dolu. Belki az okuyan okuyucu için bir bilgi madeni, hatta neredeyse "bir kitapla gelen entelektüellik" ama bunlar benim kriterlerim için yetersiz kalıyor. Roman olarak iyi değil, belki bu konulara bir yazı dizisi veya belgeselle dikkat çekmeliydi?

Livaneli bu kitabın da diğerleri gibi yabancı dillere çevrileceğini tahmin edip o nedenle mi bu kadar turistik bilgi vermiş? Neden bizim hem İstanbul ve Osmanlı tarihi, hem de İkinci Dünya Savaşı Tarihi'nden de bihaber olduğumuzu düşünüp sayfaları ansiklopedik bilgilere boğmuş? Bunları metne, o meşhur tarihi roman yazarları gibi iyice yediremediği için göze batmış. Kaldı ki Maya Duran isimli, daha ismi bile inandırıcı olmayan bir kadın baş karakter var, Livaneli kadın dünyasına tam giriyorken kıyıdan dönmüş. Günümüzdeki çalışan kadınların sorunlarını ve düşünce tarzlarını yakaladığı güzel yorumları var, fakat hemen arkasından Maya'ya derinlik katmaktan uzak, erkeksi yorumları geliyor. Daha iyi olabilirdi. 

Konuya ve benim önemli bulduğum, hoşlandığım kısımlarına gelelim: Maya Duran, İstanbul Üniversitesi'nde önemli sayılabilecek bir görevde çalışmaktadır. Görevinin bir parçası olarak yurtdışından gelen misafir öğretim görevlilerini karşılamakta ve ağırlamaktadır. Bir konferans için ülkemize gelen Maximilian Wagner, İkinci Dünya Savaşı sırasında Atatürk'ün ülkemize davet ettiği Hitler'den kaçan profesörlerdendir. (Burada günümüzde biraz gazete okuyan herkesin bildiği bu olayı Maya Duran'ın yeni öğrenmesi ve durumun ciddiyetini anlayamaması tuhaf oluyor) Max Wagner ile tanıştıktan sonra Maya Duran'ın hayatı karmakarışık olur, bilmediği pek çok şey öğrenir, hem kendi ailesinin hem de Max'in geçmişini keşfeder.

Buraya kadar güzel. Fakat Maya Duran'ı kovalayan tuhaf insanlar ve diğer pek çok ülkenin işin içine girmesi kısmı tam açıklanmamış. Bu nedenle romanın sonlarında "hadi bitirelim" diyerek mi bitirdiler, neden yazar o kısımları bağlamadı, şaşırdım ve üzüldüm. Gereksiz pek çok ayrıntı ile bizi boğarken, gizem öğesi olarak kattığı bölümleri çözüme ulaştırmamış. Veya bence mantıklı bir zemine oturtmamış.

Geçmişe doğru uzandığımızda, Zülfü Livaneli gerçekten çoğumuzun bilmediği iki trajediyi ortaya koyuyor, ki sırf bunlar nedeniyle kitabı okuyabilirsiniz diyorum. Çünkü bunlar, insani duyguları ölmemiş herkesi yaralayacak, sinir ve üzüntüye boğacak, hatta okurken ağlatacak gerçek olaylar: Mavi Alay ve Struma Gemisi.

Mavi Alay: İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya saflarında savaşa katılan, ancak Almanların gerçi çekilmeye başlamasıyla bir anda ortada kalan, ölüme gönderilen Türkmenler... Türkmenlere ve Kafkas Türkleri'ne destek olduğu, onlarla kardeş olduğu iddiasındaki Türkiye'nin, dönemin şartlarını öne sürerek binlerce insan için hiçbir şey yapmaması ve onları ölüme göndermesi en basit tarifiyle insanı derinden yaralıyor. 

Struma Gemisi ise çok daha etkileyici bir vahşet, çünkü tam da İstanbul'da, Boğazda, insanların gözü önünde yaşanmasına rağmen, kimse elini uzatamıyor, yardım edemiyor. Vehbi Koç'un güç kullanarak 1 aileyi kurtarması seyrediliyor, aynen çoluk çocuk 780 insanın ölmesi seyredildiği gibi.  Adaletsizlik bir kez daha kendini göstermiş. Romanya'daki Yahudiler, çok eski ve neredeyse yürümeyen bir gemiyle Filistin'e doğru yola çıkıyorlar ancak İngilizler Filistin'e varmalarını istemiyor. Türkiye de bu diplomatik çekişmede ortada kalıyor, elini bu insanlar için taşın altına koymak istemiyor. Geminin motoru bozuk, hava dondurucu, gemide sadece 1 tuvalet var, doğal olarak salgın hastalık başlamış, yatacak yer yok, 70 gün İstanbul açıklarında bekledikten sonra Şile açıklarına alınıyorlar ve Rus bir torpido tarafından parçalanıyorlar. Bunca gün ölüme direnen insanları sonunda ortadan kaldırıp rahatlıyorlar kısacası(!) Bunun gibi batan veya vurulan pek çok gemi olmuş, ancak en fazla diplomatik çekişme yaşatan ve en fazla insan taşıyan bu gemi olduğundan, sembolik bir anlamı var. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı'nda en fazla sivil ölüme neden olan deniz olaylarından biri.

Kitapta bu iki acı olayı kalbinde hisseden hümanist Maya Duran'ın ve "devlet ne yapsa haklıdır, liboş musun?" diyerek yaklaşan donuk kesimin tepkilerini görebiliyoruz. 

Bu yıl 24 Şubat'ta İshak Alaton, Zülfü Livaneli ve Türk Musevi Cemaati Başkanı Sami Herman katılımıyla bir anma töreni düzenlendi. Tabii Türkiye özür dilesin falan denilmiş. Gerçekten bu diplomatik hareketlerin ne anlamı var bilmiyorum bana çok manasız geliyor. Devleti bir bütün olarak görüp özür dilenince yapılan ayıp yok mu oluyor? Veya bir daha yapmayacaklarına dair bir teminat mı oluyor? Bilakis benzeri bir durumda başka bahanelerle başka ayıplara imza atmak için bekliyor devletler. Özür dilese ne olur bunca yıldan sonra? Üstelik bu olayla ilgilisi bile olmayan bambaşka bir devlet adamı, sadece görev icabı özür dileyecek ve uluslararası basında birkaç haber çıksın diye bunca çaba. 

Bunların "uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi" adına bir anlamı var mı bilmiyorum ancak biz vatandaşlar için gerçekten anlamı yok. Sadece insanlar ve devletler bilinçlensin ve böyle korkunç olaylar ileride yaşanmasın, hatta şu an haberimiz olmadan yaşanan facialar dursun istiyoruz, sıradan insanlar olarak. Özür dilemeden de durabilirsiniz?!

Son olarak, gemiden kurtulan tek kişi 2005'de Şile'ye gelmiş, tanık balıkçı ile buluşmuş. Tanık balıkçı ise bu yıl olayın yıldönümünde ölmüş. Romanda da belirtildiği gibi bu geminin enkazı balıkadamlarca 2000 yılında bulunmuş. Romanın bize kattığı belgesel tadında birkaç yüz sayfa okumuş olmak. 

Sayın Livaneli edebi kişiliğinizi zayıf buldum, Saygılar.



Sunday, March 25, 2012

Yönetmen x 2: Xavier Dolan

Xavier Dolan, Cannes'da adından söz ettiren, 3-4 yıl önce (sırasıyla) İstanbul Film Festivali'nde ve İf İstanbul'da filmlerini izleyebildiğimiz genç bir arkadaş. Genç diyorum, altını çiziyorum, Cannes'da filmi ödül aldığında 20 yaşındaydı. Yani filmini yazdığında, yönettiğinde, başrolünü oynadığında 19 yaşındaydı. Ben o yaşta ne yapıyordum? diye kendi kendinize sorduğunuzu duyar gibiyim. Şimdiye kadar gösterime girmiş 2 filmi var:



1- J'ai tué ma mère (I Killed My Mother) - Annemi Öldürdüm:
Öncelikle bu filmin DVD'sini D&R'dan 4,99 TL'ye alabileceğinizi ve evinizde oldukça legal bir şekilde izleyebileceğinizi söylemek isterim. Sonra bu filmin Xavier'in hayatındaki önemine geçerim: 

Cannes'dan ödül, birçok film festivalinden ödül vs derken bu filmle Xavier insanları şaşırtıyor ve etkiliyor. Yarı otobiyogrofik dediği filmde 17 yaşında bir lise öğrencisinin annesiyle olan ilişkisini görüyoruz. Öğrenci arkadaşın gay olması ise zaten hassas olan ilişkiye tuz biber ekmiş durumda. Xavier Montreal'li, yani film Kanada'nın Fransızca konuşulan kısmında geçiyor. Fransız yönetmenlerden etkilendiğini açıkça görüyoruz. Bazı sahnelerde "aynı bu sahneyi hatırlıyorum bir yerden!!" dememek işten değil. Ancak bu durum rahatsız edici değil. Zaten bir "ilk film", zaten genç bir yönetmen, derken affediyoruz, film fena değil tabii derinlikten uzak. Her ergenin yaşayacağı şeyler demek ve hatta bazen "Şımarık mısın evladım" diyerek ana karakteri tokatlamak istiyoruz. Klasik orta sınıf liseli durumları. Gay olması bile bir sıkıntı olacak değil, Kanada'dayız zaten? Anne tuhaf oğul daha tuhaf, kavga kaçınılmaz.

Burada Xavier'in kendini bulmaya çalıştığını, moda anlayışını, Morrisey kılıklı İngiliz Indie rock grubu gitaristi havalarını görüp tanıyoruz. İzleyip "Çocuk yetenekliymiş vallaha" demek için birebir. Bu film İstanbul Film Festivali'nde de gösterildi ve ödül aldı.

Son olarak; bu filmde, ikinci filmde Adonis rolünde gördüğümüz Niels Schneider ile tanışıyoruz ki kendisi adeta bir Kanadalı Robbert Pattinson

2-Les amours imaginaires (Heartbeats) - Hayali Aşklar:
Bizim Türkçeleştirme neredeyse filmi özetler gibi: Hayali Aşk, Platonik Aşk. Afişi görüp, konuyu okuyunca ister istemez The Dreamers filmi akla geliyor. Ancak The Dreamers'daki usta hava ve hayran bırakan durum burada yok. İlk filmin yarattığı kasırgayı yaratamasa da, yine Cannes'dan ödülle dönmüş, övgüleri toplamış. 

Filmde, ilk filmden hatırlayacağımız oyuncular mevcut. Bir aşk üçgeninin ortasındaki hassas gay'i oynamış Xavier Dolan. İlk filmden beri moda anlayışını ve gay tavrın altını çizmeyi geliştirmiş Xavier, kostümler, partiler, saçlar, konuşmalar hep retro. Sanki Beyoğlu'nda reklamcı grafiker tanıdıklarla içki içiyoruz! (Ben de hep bunlar kimlere özeniyor diyordum meğer durup durup My Fair Lady izleyip,  tasarım kitaplarına bakıyorlarmış) Filmde bu tür tavrın eğreti durmasına neden olan bu Beyoğlu havası. Oysa, yine aynı örnek olacak ama, The Dreamers'ı izlediğimizde, gerçekten bundan sonra saçımızı Eva Green gibi yapmak istiyoruz, gerçekten bir sigara yakıp onun gibi içebilmek istiyoruz. Oysa Xavier ne yazık ki "olmaya çalışan" bir üniversiteli gibi.

Filmdeki kadın karakteri hiç sevmedim. Kadın karakteri sevmeyince, filmdeki aşk gerilimi, yavaş çekimler, stilist hareketler de beni rahatsız etmeye başladı. Böylece ortalara gelmeden sıkılmış buldum kendimi. Bir de aralardaki belgesel tadında aşk konuşmaları var ki, onlara yorum bile yapamıyorum. Bu tür filmlerdeki aşk hali ne yazık ki beni soğutuyor. Çünkü tarif edilenin aşk değil cinsel istek olduğunu düşünüyorum. Karşındakinin sevgilisini, senin sahip olamadıklarına sahip diye kıskanıyorsun, yoksa o kişi ruh eşin diye değil... Konuşmalar, tarifler, mecazlar, edebiyat hevesleri arttıkça filmden daha da kopuyorum.

Bir de not: Son sahnede Louis Garrel'i görüyoruz. Xavier'ciğim yapmak istediğinin aslında bir Dreamers olduğunu mu söylemek istemiş, yoksa Louis Garrel'in seksapeline mi kanmış bilmiyorum. Ama gerçekten o! 


Sonuç: Xavier ilk iki filmini izletiyor. Ödüllerle şımarmayıp kendisini geliştirmesi en büyük temennim. O Hipster gözlükler ve Morrisey saçını da bırak artık lütfen bak bütün Beyoğlu bununla doldu, yeni bir moda yaratabilirsin sana güveniyoruz!! (Üçüncü filminde transeksüeller konusuna giriş yapacak, daha ciddi ve daha sıkıntılı bir konu, üçüncü film kritik...)


Saturday, March 24, 2012

Film: The Hunger Games (Açlık Oyunları)

Katniss- Güçlü ve savaşçı kadın kahramanlara canım feda. Katniss'i görünce birden Buffy The Vampire Slayer'ımı özledim.

Eveeet sonunda beklenen gün geldi ve Açlık Oyunları gösterime girdi, tüm dünya ile aynı anda. Fragmanından çok etkilenmiştim, kitabın duygularını yansıtacağına emindim. Ne de olsa yönetmen de Gary Ross, güvenimiz tam. (Kendisini Pleasantville ile tanımıştık. )

Ön satış ile biletimi perşembeden aldım, cuma iş çıkışı koşa koşa gittim sinemaya. Film kitabı okumayanlar için pek bir girişe ihtiyaç duymuyor. Dangadanak giriyor konuya. Capitol'un zenginliği ve Mıntıkalardakilerin zavallı açlığı üzerinde pek durulmuyor, Peeta ve Katniss'in geçmişte olan uzaktan uzağa ilişkisi, göz aşinalığı verilmemiş. Gale ile arasındaki ilişkiyi de diyaloglardan yansıtmaya çalışmışlar. Bunları neden böyle rahatça söylüyorum? Çünkü yanımda kitabı okumamış bir arkadaşımla izledim ve ne yazık ki bu hafif geçilen kısımları ona kitaptan alıntılarla aktarmak durumundaydım. Yani ipucu vermiş olmuyorum.

Film mümkün olduğunca kısa sürede Oyunlar'a dalıyor, bu arada yan rollerden birinde Lenny Kravitz var. (Canım rockçılarım benim) Stanley Tucci ufak sayılabilecek rolüyle akılda kalıcı. Elizabeth Banks Effie makyajıyla tanınmayacak halde, zaten bende pek yer etmedi. Woody Harrelson Haymitch rolünde iyi gibi ancak kendisinin kitapta yaşadığı çelişkileri duygusal git-gel'leri filmde göremiyoruz. Stanley Tucci'nin yanında Toby Jones bile var, yine bir yan rolde! Başkan rolünde ilerleyen filmlerde daha fazla göreceğimiz Donald Sutherland var. Eğer diğer filmler kitaptaki hissiyatı verecekse, bu kadro beklentimizi de yükseltiyor. 

Ok-yay-insanlığın özüne dönüş. Hayatta kalma macerası, dönemin DEVRİMCİ KIZı Katniss.

Gale rolünde Liam Hemsworth var. Kendisi abileriyle birlikte genç kızların ve genç kadınların sevgilileri olma kontenjanını doldurmuş durumda. (Liam'cığım genç kızları tavlarken abisi Thor rolünde Chris Hemsworth genç kadınları hedef kitle olarak seçmiş) Gale'i bu filmde pek tanıyamıyoruz, ileriki bölümlerde göreceğiz herhalde. Zaten Gale ve Katniss arasındaki ilişkiyi de tam anlayamıyoruz, Katniss ve Peeta arasındaki durumu da. Bunu oldukça basit bir aşk üçgenine çekmiş gibiler, kitapta daha komplike olduğu için, durum bana daha mantıklı gelmişti. 

Aksiyon sahneleri idare eder. Daha şiddetli, daha yürek burkucu olabilirdi. İki dünya arası ayrımı daha sert verebilirlerdi, böylece belki beni ağlatabilirlerdi. Ağlamaya en yaklaştığım kısım Rue ile ilgili kısımlardı.  (Kitapta neredeyse ağlayacak hale geldiğim için, filmde de bunu bekledim) 

Peeta'ya ağırlık vermişler, Josh Hutcherson şirin aşık çocuk olarak Jennifer ile birlikte filmi izletiyor. Josh'da halterci tipi var bu arada!! :-))

Ortalama bir film, ancak yeni bir "promosyon harikası"nın doğuşu, pazarlanabilecek birçok şeyi var, şimdiden fitnessla ilgili web sitelerinde bile Katniss gibi form tutma makaleleri yayınlanıyor. Bu dönem boyunca Katniss-Gale-Peeta'ya doyacağız. Jennifer Lawrence hem başarılı, hem de insanda pozitif hisler uyandırıyor. Bu şekilde başarılı olmasını izlemek güzel olacak. Katniss gibi diet yapıp, form tutacağız, Peeta'yı mı seçsin Gale'i mi seçsin düşünüp duracağız, posterlerini asacağız, küçükler için boyama kitaplarını falan alacağız. Bu promosyonların gidişine göre, örneğin bir Twilight'ın aldığı tepkiyi alıp almayışına göre, ilerleyen filmlerde daha cesur davranabileceklerini düşünüyorum. Ayrıca çok başarısız bulduğum görsel efekt, makyaj CGI olaylarında da hiçbir masraftan kaçınmayacaklarını umuyorum.

Diğer kitapların çekim tarihleri falan bilinmiyor, bu filmin alacağı tepkiyi mi bekliyorlar anlayamıyorum. Aylar öncesinden belli, garantili bir başarısı olduğunu düşünüyorum oysa. Kitabı okumayanların da zevk alabileceği, hiç de fena olmayan bir film. Tek hayal kırıklığım daha görkemli, daha acımasız ve daha duygusal olmamasıydı. (Hep daha fazlasını istiyorum, sen suçlusun Pepsi)

Film hakkında yorumlar neler, kitabı okuyan, okumayanların beğenileri nasıl? Çok merak ediyorum. 

Peeta'yı oynayan şirin çocuk da Liam'ın yanında durunca sönüp gidiyor zavallım. Neredeyse  Yeni Elijah Wood :)))




Wednesday, March 21, 2012

Kitap: Bir Hayat

Kitap Kapağı- Yine E kitap olarak okudum
Bir Hayat, daha önce hiç okumadığım, ismini de telaffuz edemediğim yazar Guy de Maupassant'a ait bir eser. Maupassant 1850-1893 yılları arasında yaşamış Fransız realist bir yazar.

Günümüzden 150-200 yıl önce, kadın ve erkeğin sosyal ortamlarda rahatça bir araya gelemediği, konuşamadığı ortamlarda, erkeklerin kadın dünyasına yönelik yazdığı gerçekçi kitaplar beni çok etkiliyor. Kadınların erkek dünyasındaki bu büyük önemine rağmen, yıllarca anlaşılamamış ve kendilerini anlatma fırsatı elde edememiş olmasından kaynaklanıyor bu.

Hikaye, öğrenimini manastırda gördükten sonra anne ve babasının yanına dönen, 17 yaşında bir kız ile, Jeanne ile başlıyor... Kız hayatı romantik romanlarda tanımıştır, tek arzusu “bir aşk” yaşamaktır. Bu heyecanı beklemektedir, saf ve bilgisizdir. Yalnızca aşk ve erkekler konusundaki bilgisizliği değil, hayattaki basit meselelerle ilgili bilgisizliği de okuyanı kendisine acındıracak seviyededir. Çok mutlu olduğu fakat bir aşkın eksikliğini hissettiği bu dönemde, tanıştırıldığı adamla evlenir. Ve o adam sayesinde hatta o adam yüzünden, hayatın acımasız ve kötü yönlerini de keşfeder. Uzun süre hiçbir şey görmez, okuyucu olarak tahmin ettiklerimizi zavallı saf genç kadının farketmesini bekleriz. Fakat herkes öğrendikleriyle olgunlaşıp, daha gözü açık veya daha “nasır tutmuş” insanlara dönüşmez ki. Jeanne de saflığını devam ettirir. Diğer canı sıkkın roman kahramanları gibi kendisine yeni heyecanlar, mesela bir aşık veya dedikodusunu edebileceği birkaç dost aramaz. Zaten pek anlam veremediği hayata kendisini kapatır. Dönem dönem din, ailesi, çocuğu gibi başrol oyuncuları olur hayatında.

Bu tür diğer kitaplarda olduğu gibi, bir genç kızın kadın oluşu hikayesini göremedim. Sanki Jeanne hep bir genç kız olarak kaldı. Asla “kadın dünyası”na geçiş yapamadı. Romandaki kimsenin umursamadığı Lison Teyze gibi, belki daha fazla dram yaşamış daha fazla yıpranmış hali olarak kadersizlik içinde yaşadı.

Roman ilerledikçe bazen sinirlendiğim oldu, “neden silkelenmiyorsun?” dedim Jeanne’e, kızdım. Fakat sonra düşününce, aslında çağının insanı olduğunu, başka türlü davranmayı bilemeyecek bir vizyonsuzluğu ve cahilliği olduğunu anladım. Biraz daha deli, biraz daha cesaretli olan kadınlar zaten çağlarının ilerisinde oluyorlardı, herkes tarafından kınanıyordı, toplum dışında itilebiliyorlardı. Romanın geçtiği mekanlarda, kırsaldaki soylularda daha kadın bilinci yoktu ki, bu ancak o dönemde şehirdeki sosyete arasında yavaştan filizlenen bir fikirdi. 

Jeanne'nin anne babasının iyiliğinin ve 3 maymun oynamadaki ısrarcılığı da bazen sinirlendiriyor insanı. Bu durumda da annelerin kızlarına sadece sevgi değil, hayatla ilgili korkunç gerçeklerin bilgisini de vermeleri gerektiği ortaya çıkıyor, ne yazık ki...

Yazarı ilk kez okudum, ancak daha farklı kitaplarını da okumak istiyorum. Şu an Bel Ami isimli hikayesinden uyarlanan film sinemalarda gösteriliyor ve başrolde Robert Pattinson var. Bel Ami ise Bir Hayat’ın aksine şehir sosyetesinin hayatı ile ilgili. Hikayeyi İngilizce olarak Gutenberg.org'den okumak mümkün.

Tuesday, March 20, 2012

Film: Blue Valentine

Film Afişi- Burada Ryan Gosling değil Ryan Reynolds var sandım ben?

Yine Michelle Williams, yine Ryan Gosling. İkisi de son yılların yükselen yıldızları ve ikisinin de rol aldığı filmler, "izlenecek listem"e direkt giriş yapıyor.

Bu film geçen seneden, Michelle Williams'ın Oscar En İyi Kadın Oyuncu rolüne aday olmasını sağladı. Ertesi yıl (yani bul yıl) da My Week With Marilyn ile aday olunca üstüste 2 kez, toplamda 3 kez aday olmuş bulundu. Akademi'nin Michelle Williams'a ödül vermek istediğini, ancak biraz daha görkemli bir film beklediğini düşünmeye başladım. Bu filmde de çok iyi olmasına rağmen, ne yazık ki Natalie Portman - Black Swan karşısında şansı yoktu.

Film, kadın erkek ilişkileri ve insan doğası üzerine insanı düşünmeye itiyor. Bazen erkeğe, bazen kadına hak veriyorsunuz. Sanki biraz daha erkek cephesinden ele alınmış gibi. İlişkinin bir başına bir sonuna gidiyoruz, ancak bu geçişler bize haber verilmiyor, başarılı stil değişiklikleri sayesinde oyunculardan anlıyoruz hangi zamanda olduğumuzu.

Filmi izlemeden önce kadın karakter için "nefret uyandırıcı" tanımını duymuştum. "O adama bunlar yapılır mıydı?" diyordu herkes... Ben de müthiş ve saf aşık olarak Ryan Gosling izleyeceğim sandım. Oysa durum farklı. İzledikten sonra okuduğum bazı yorumlarda Williams'ın karakterini haklı bulanlar da olduğunu gördüm, ben de arada kaldım. İşte bence burada, kendi hayatlarımızdaki olaylarda da olduğu gibi, bir haklı yada haksız olmadığını, şartların ve durumun belirli yönlere sürüklenen insanlar olduğunu düşündüm.

Kısaca bahsetmek gerekirse, Kadın ve adam tanışıyor, adam aşık oluyor. Kadınınsa bu ilişkiye başlarkenki hevesi bir heyecan mı yoksa adamınki kadar büyük bir aşk mı emin olamıyoruz. Bu durumda kadını haksız görenleri mantıklı bulmak mümkün değil, karşımızdaki insan bize aşık diye biz de aşık olmak zorunda değiliz ki? Film ilerliyor, görüyoruz ki 5-6 yıl geçmiş, evliler, bir de çocuk var. Ne adam ne de kadın kendisine özen gösteriyor artık, adamın sürekli ağzında sigara, kıro bir bıyıkla geziyor etrafta. (Fakat Ryan Gosling'i çirkinleştirmek biraz zor olmuş yani o halde de kabul edilir kendisi) Bu noktada kadına hak verir gibi olacağımız noktada bakıyoruz ki adamın sevgisi ve ilgisi aynı. Çocukla çocuk oluyor, kadını mutlu etmeye çalışıyor. Elinden geleni yapmaya hazır. Yine kadına dönüyoruz, hatalısın, bu adama kötü davranılmaz demek istiyoruz, fakat kadının kendisini nasıl bu evlilikte bulduğunu ve aslında her kadının istediği olan "bir ideali olan, başarma azmi olan kariyerli adam"ı karşısında bulamadığı için gittikçe daha mutsuz olduğunu farkediyoruz. Ayrıca -ne yazık ki- kadınlar çocukla çocuk olan bir adam istemezler...

Bu sahne kadının çaresiz hissettiği anda istediğini söyleyen adama bakışını gösterdiği için, en sevdiğim sahne oldu.

Sonuçta zorlamayla bir yere varılamadığını, insanların birbirlerini anlamaları ve dinlemeleri gerektiğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Belki Ryan Gosling biraz daha tiksindirici olabilse fikrim daha net olurdu, ancak ne kadını tamamen haklı bulabildim ne de adamı. Yine de adam biraz daha haklı gibiydi. :-))

Kadınların düşünce tarzını anlamadıkları ve ne yazık ki her davranışlarını "pis kadınların hırsları" olarak gördükleri için, genelde erkekler hemcinslerinin tarafını tutmuşlar. (Film yorumlarından böyle anladım) Herkes, özellikle de kadınlar sürekli daha fazlasını istiyor ve daha fazla mutsuz oluyor, bu doğru. Fakat aynı evde yaşamak ve hatta bir de çocukla uğraşmak gerçekten çok zor. 

Günümüzdeki artan boşanmalar nedeniyle, hatta boşanmayan çift duymamam nedeniyle, 10-20 yıl sonra hangi çocuk ebeveynlerinin evliliklerinden bahsedebilecek veya mutlu bir örnek gösterebilecek bilmiyorum. Bu çok acı bence, her zaman güzel tablolara, örneklere ihtiyacımız var.

Michelle Williams Ocar Töreninde-2011. Bence 2012 hali daha iyiydi?

Monday, March 19, 2012

Film: My Week With Marilyn



Film afişi. Marilyn mi Michelle mi? :P
 Michelle Williams My Week With Marilyn filmiyle büyük sükse yarattı. Uzun süre Marilyn kılığında dergi kapaklarına konuk oldu vs... Marilyn, Audrey, Grace Kelly gibi isimler sürekli taklit edilen ve "tahtına talip olunan" yıldızlar. Açıkçası bir film dışında birebir taklitlerini görmek hoşuma gitmiyor. Esinlenilmesi ve stillerinin devam ettirilmesi hoş, ancak tamamen kılık değiştirmek itici. Bu nedenle, bu tür filmleri izlerken de tereddütlerim oluyor. Hele Marilyn gibi hafızamıza kazınmış taklidi çok zor bir kişi olunca iş daha da zor. Hem bir filmin düzgün olabilmesi için sadece "Aynı Marilyn valla" dedirten bir oyuncudan çok daha fazlası lazım.

Bu film de, diğer pek çok film gibi roman uyarlaması. Colin Clark isimli sinema sektörü çalışanının, biyografik romanından. İngiltere'de geçiyor. 1957 yılında, Marilyn 31 yaşındadır, başta ABD'de olmak üzere bütün dünyada büyük bir ünü vardır. İngiltere'ye The Prince and The Showgirl isimli filmi çekmek üzere gelir, bu filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Laurence Olivier'dir. Filmde Prens ve Şov Kızı'nın çekim sürecinde yaşananları film setinde çalışan gençle birlikte takip ediyoruz.

Marilyn, sete oyuncu koçuyla geliyor ve herkesin beklentisi olan "seksi görünüp, ezberlediği sözleri söyleme"nin ötesine geçmeye çalışıyor. Laurence Olivier, hızlı ve kolayca işleri bitirmek isterken Marilyn'in bu kırılgan ve "role girmeliyim" havalarından sıkılıyor. Olivier'in eşi Vivien Leigh ise çoktan Rüzgar Gibi Geçti yıllarını geride bıraktığından, Marilyn'e kıskançlıkla karışık hayranlıkla bakıyor. Burada tiyatrocularla sinemacılar arasındaki bakış açısı farkını da görebiliyoruz. Marilyn, etrafındaki koşuşturmanın, kendisinden beklenenin farkında, ancak aslında (hepimizin duyduğu, okuduğu gibi) sevgi ve ilgiye muhtaç kendisini kanıtlama arzusuyla dolu, çabucak hezeyanlara kapılan bir yıldız.
Filmde Michelle versiyonunu da izleyebileceğiniz dans sahnesi- Prens ve Şov Kızı'ndan
Bu noktada Michelle Williams hem fiziksel benzerliliğiyle, hem kırılgan ve hassas hafif deli kadın rolüyle filmi götürüyor. Zaten hikaye ve yaşananlar anlamında fazla derinlik aramamak lazım. Marilyn'in sadece 1 haftasını göstererek, belirli bir açıya yoğunlaşmışlar, böylece film güzel izlenen bir film olmuş. 

Michelle Williams bu rolle Oscar En İyi Kadın Oyuncu'ya aday oldu, bundan önceki yıl da  Blue Valentine ile aynı şekilde aday olmuştu. Blue Valentine filmi için başka bir yazı yazacağım.

Bir de filmde Judi Dench'in oynadığı Sybil Thorndike var... Sybil Thorndike, yılların tecrübeli tiyatrocusu ve şirin teyze olarak, Marilyn'e moral veriyor, bir anlamda onu koruyor. Kendisinin bir BBC röportajını izledim Youtube'da, filmdeki gibi Marilyn'i koruyor ve ona iltifatlar ediyordu. Ayrıca Michelle Williams rolü için hem kilo almış, hem kareografla Marilyn gibi yürüme çalışmaları yapmış, birçok mektup, biyografi okumuş. Kısacası gerçekçi olabilmek için filme baya emek harcamışlar. Sonuç olarak güzel bir film ortaya çıkmış. Ancak izlemeden önce arkadaşlarımın anlattığı kadar "büyük büyük büyük bir film" olarak görmedim, bir pazar öğleden sonra filmi olduğunu düşündüm.

Michelle Williams Oscar 2012'de.
Ek Bilgi: PRENS VE ŞOV KIZI /THE PRINCE AND THE SHOWGIRL filmi 31. İstanbul Film Festivali'nde gösterilecek: Fitaş'da 1 Nisan Pz.16.00 / Rexx'de 12 Nisan Pe. 13.30. Çekim sürecini izlediğiniz filmin gerçeğini görmek isterseniz...

Wednesday, March 14, 2012

Film: Underworld Serisi

Underworld Posteri
Underworld, 2003’te başlamış bir seri. İsmi “Triloji” olsun diye 3 film çekmişlerdi sanırım, ancak yükselen vampir dalgasına kapılıp bu yıl dördüncüyü de gösterime sokuverdiler. Hem de 3 boyutlu olarak. Son film Underworld: Awakening geçen haftaya kadar gösterimdeydi ancak şu an kaçmış durumda. 

Vampir merakım kitaplardan gelir. Önce Küçük Vampir Serisi sayesinde mizahi yönü tanıdım. Sonra Anne Rice kitaplarındaki romantik ve bilinçli karakterle karşılaştım. Ancak 2000’lere geldiğimizde, Alacakaranlık (Twilight) furyası başladı, vampirler daha çocuksu ve hisli hale büründüler. Vampir Günlükleri, True Blood derken iş çığrından çıktı. Bu nedenle Underworld serisini sevip sevmemeniz vampirlerden ne anladığınıza bağlı: Vampirleri seviyorsanız ve kafanızda örneğin Anne Rice’ın Lestat’ı gibi bir karakter varsa, bu film size göre değil. Ancak vampirlerin “edebiyatına, felsefesine” karışmayıp Resident Evil tarzı aksiyon – dövüş hallerini seviyorsanız size uygun. 
Selene (Kate) ve Michael (Scott Speedman) her an herkese ateş açabilir


Serinin ilk filmi, Kate Beckinsale’in romantik hanım hallerinden uzaklaşıp aksiyon filminin kadın kahramanı olmasını sağlamış. (Kate’i ünlü eden film Pearl Harbor) Underworld filmdeki düşmanı Michael Sheen ise o dönemki sevgilisi, aynı zamanda çocuğunun babası. Fakat film çekilirken yönetmenle birlikte olmuş, Michael'i bırakmış. Aslında düşününce bu film Kate’in hayatının en önemli filmi yahu macera içinde macera?! Filmin çekimi sırasında yaşananlar filmden daha ilginç.

Dedikoduyu bırakıp filme dönersek: Underworld, Vampir Selene’in kurtadam Lycan’larla olan macerasını içeriyor. Kurtadamlarla vampirler yıllardır savaşmaktadır, Selene ise kendisine söyleneni yapmak yerine biraz araştırır ve içerdeki düşmanları keşfeder. Bu arada ortaya çıkan bir hibrid arkadaşla arasında bir çekim de vardır. (Hibrid Michael)

İkinci filmde Selene düşmanları temizlemiştir ancak ortaya çıkan yeni hibridler ve tam kapanmamış davalar nedeniyle halen dövüşmesi gerekmektedir. Bu arada ilk filmdeki Hibrid Michael’a sığınır. Gerçekten etkisiz bir arkadaş aslında. Arada dövüşüyor falan tabii, filmin kas unsuru. 
 Yarı kurt adam - yarı vampir - vücut geliştirme ustası - pratisyen hekim - neredeyse fotomodel Hibrid Michael  

Üçüncü filmde artık Kate Abla mı sıkılmış da "ben oynamam" demiş, yoksa ilk iki filmde tam açıklayamadıkları tarihi gerçekleri mi anlatmak istemişler bilemiyorum: Geriye dönüyoruz; Kurtadam-Vampir savaşı neden ve nasıl başladı? (Tabii ki aşk iktidar hırsı gibi basit nedenlerle... Neden bizi yoruyorsunuz ki?) Bu filmde Kate yok. Oldukça komik bir sevişme sahnesi var bence izlemeye değer.  Aslında -bana göre- konu ve ortam itibariyle en ilginç film, ortaçağ'da geçiyor vs. Fakat en zayıf halka. Özel efektler "ben buradayım" diye bağırıyor, Michael Sheen'in kafasında peruk var. Kopyala-yapıştır yapılmış bir Spartacus, özgürlük, kölelik karşıtlığı var... 

Dördüncü filmde ise Kate nam-ı diğer Selene, aksiyona maceraya doyarken işin içine duygusal anlar da giriyor; Selene artık bir annedir... Ve insanlığa karşı savaşmaya başlamıştır. 

Filmdeki yaratıklar her zaman tam olarak “kurtadam” veya “vampir” olmuyor, bazı değişimlerden geçen, hibrid olanlar veya zombisel olanlar mevcut. Ayrıca teknolojiye ayak uydurulmuş olarak, vampirler artık tahta kazıkla değil, makineli tüfeklerle öldürülüyor, sadece kurşunlar özel. Vampir filminden çok basit zombi aksiyonları anımsatıyor, ancak kafa boşaltmak için uygun filmler. Kalitesiz olduklarını söyleyemem, fazla anlamsız veya boş durumlar yok, en azından anladığım kadarıyla Kate'i içeren filmlere biraz daha özenmişler. :-))

Underworld (2003) Benden 5 üzerinden 4 alıyor.
Underworld Evolution (2006) 3 alıyor.
Underworld Rise Of The Lycans (2009) 2 alabiliyor...
Son filmi ne yazık ki izleyemedim.

Son olarak Selene'i vampir yapan yaşlı kan emici rolündeki Bill Nighy'ye dikkati çekmek istiyorum: Sanırım kendisi zaten vampir olduğu için bu rolü kapmış.
Korkunç Amca Bill Nighy

31. İstanbul Film Festivali - İKSV: Biletler ve Filmler

Biletix - Film Festivali

Film Festivali için bilet satışları bu hafta başladı, ama nasıl?
Öncelikli olanlar tabii Lale Kart Sahipleri...
Bu sabah saat 10'dan itibaren Beyaz, Kırmızı ve Sarı Lale Kart sahipleri biletlerini alabiliyor. Genel satış ise 17 Mart'dan itibaren. Normalde Axess karta %20 indirim var fakat Lale Kart indirimi varsa bu indirim geçerli değil. Ayrıca zaten 5 TL olan haftaiçi gösterimlerinde de bu indirim yok. Tam bilet 15 TL olarak festival sitesinde yazmasına rağmen, Biletix'ten aldığınızda buna bir de işlem ücreti eklendiği için 16,5 oluyor. İşlem ücreti ödememek için gişelerden yani Atlas, Beyoğlu, Kadıköy Rexx ve Nişantaşı Citylife Citys sinemalarından almanız lazım... Akşam 19:00'dan sonraki seanslarda da indirim yok.

Keşke bu iş böyle matematik problemi olmasaydı da kolayca anlayabilseydim. Seçtiğim filmler için kaç para ödeyeceğimi bilseydim daha mutlu olurdum ancak Biletix.com'da "Tamamdır, kabul" derken bilebiliyoruz. Kafam karıştı resmen. Neyse sonuçta Worldcard'ım olmadığı için Biletix bana 8 TL vade farkı ödetti. Ayrıca gişeden alacağım için 5 TL daha... Lale Kart sayesinde aldığım %20'lik indirim olmasa bir de film başına 1,5 TL işlem ücreti vardı. (Hala var ama indirim olunca onu anlayamadım, yılların muhasebe finans uzmanı olarak şu an halim içler acısı) 

Kısacası... Bir kez daha Biletix'den nefret ettim! Üstelik sabah yine sistemleri çökmüştü. Parayı verip kaliteyi alamıyoruz.

Gideceğim filmler aşağıdaki gibi, belki fikir verir, Türkçe isme basınca IKSV'ye, Yabancı isme basınca IMDB'ye gidiliyor.


1- Aşkın Karanlık Yüzü- The Deep Blue Sea(İKSV'nin sitesi programı görme açısından çok güzel ama filmin orijinal ismi yazmıyor? )

Gitmek istediğim halde programım uymadığı için bilet alamadıklarımı daha sonra yazmayı düşünüyorum.

Tuesday, March 13, 2012

Kitap: Kurma Kız (The Windup Girl)

Kurma Kız- Kapak

Bana oldukça uzun gelen bir süreden sonra yine bir kitap yazısı yayınlıyorum: Paolo Bacigalupi ‘den Kurma Kız (The Windup Girl) Kitabın çevirisi Algan Sezgintüredi’ye ait, yayınevi Versus, e-kitap olarak alıp, okudum. Kitap Amerika’da 2009’da çıkmış ve aşağıdaki ödülleri almış: 
2009 Hugo En İyi Roman Ödülü 
 2010 Nebula En İyi Roman Ödülü 
2010 Locus En İyi Roman Ödülü 
2010 Joan W Campbell Ödülü 
2010 Compton Crook En İyi Roman Ödülü 

Hugo ve Nebula ödülleri bir bilimkurgu romanı için çok iyi referanslar. Bu listeyi görüp hevesle okumaya başladım. Ancak ilk 100 sayfada oldukça zorlandığımı itiraf etmeliyim. 

Kitabın hikayesi Tayland’da geçiyor. Bu nedenle birçok uzakdoğu terimi var. Ayrıca kitapta 4-5 kişi “ana karakter” ve bunlardan yalnızca Anderson ismi kulağıma tanıdık. Diğerleri Uzakdoğu isimleri. Buna bir de kitabın 23. yüzyılda, bilmediğim bir ortamda, tanımadığım bir coğrafyada geçtiğini ekleyince sayfalarda ilerlemekte zorlandım. 
Fotoğrafı büyütürseniz terim sıkıntımı daha iyi anlarsınız, iyi ki dipnotlar var :-)

Ancak... Sabrıma değdiğini söyleyebilirim. Bazen bir aksiyon-macera filmi izliyormuş gibi bölümden bölüme atlıyorsunuz. Bazen soluk soluğa karakterlerin başına neler geleceğini anlamaya çalışıyorsunuz. Oldukça heyecanlı ve ilginç. Distopya özelliklerini taşıyor: Gelecekte salgın hastalıklar nedeniyle besin bulmak zorlaşmıştır, genleriyle oynanan ürünler ortalıktadır. Hatta laboratuvarda üretilmiş kediler sokaklarda gezmektedir. Bu laboratuvar ürünlerinden biri de Kurma Kız’dır... Ucuz iş gücü sağlaması için üretilmiş robotumsu kızlardan biri... Amerika çökmüş, Avrupa Birliği dağılmış, Uzakdoğu ülkelerinde şu an olarak ekonomik tetikçi diye adlandırdığımız türden iş adamları cirit atmakta... Her iş rüşvetle yürümektedir. İnsani değerler minimum, günü kurtarma ve kendini sağlama alma duyguları maksimumdadır. Bir diğer zorlayıcı konu da enerji ürünlerinin yok olması nedeniyle araba bile bulunamamasıdır. 

Küresel ısınmanın konuşulduğu, “Başka Dünya Yok” sloganlarıyla haşır neşir olduğumuz bu günlere uygun, oldukça güncel bir distopya ortaya konulmuş. Su bentleriyle korunan tropik iklimli şehirlerde, sürekli salgın hastalıktan korkarak ve kime güveneceğini bilmeyerek yaşamak nasıl olacak? Rüşvetle ve baskıcı rejimle ayakta kalmaya çalışan hükümetler kime güvenecek? Bu soruları romanın sayfalarında yanıtlayabilirsiniz.

Friday, March 09, 2012

Prometheus'u Beklemek İçin 5 Neden...

Filmin posteri


Prometheus, 1 Haziran 2012'de gösterime girecek olan yeni Ridley Scott filmi. (Aynı zamanda IMAX ve 3D ile izlenebilecek)
Heyecanla beklemek için birçok neden sayabiliriz... Bunlardan sadece 5 tanesini yazıyorum :-)

1- Yönetmen Ridley Scott... Bu ismi bilmeyen yoktur sanırım. En son 2010'da Robin Hood ile karşımıza çıkmıştı. Yönetmen 3 kez Oscar adayı olmuş, onlarca ödülü ve adaylığı var. Filmleri her zaman ses getirdi.

2- Bilimkurgu'yu çok özledik! Yine Ridley Scott üzerinden gidelim: Alien ve Blade Runner gibi iki efsanevi bilimkurgu filmine imza attıktan sonra çok çeşitli türlerde devam eden Scott'un bu tür'e dönüşünü merakla bekliyorum. 1990'lardan beri ağız tadıyla bilimkurgu izleyemiyoruz :-(( Ayrıca bu filmde korku öğeleri de bol bol mevcut.

3- Yıldız oyuncu kadrosu: Charlize Theron, Patrick Wilson, Michael Fassbender, Noomi Rapace, Guy Pearce... Filmle ilgili bir şey bilmesek bile sırf bu isimler için bilet alabiliriz. Ayrıca Michael Fassbender'ın android rolünde olması da benim için yeterli bir neden.
Bilimkurgu filminin vazgeçilmezi: Tuhaf uzay giysileri! Noomi Rapace şaşkın, Michael sarışın android
4- Alien'a dönüş... Filmde bir grup biliminsanı Alien'ın ilk DNA'sını keşfediyorlar. Bir anlamda Alien'dan önceye gidiyoruz. Bu serinin bilinen birçok fanatiği için bir numaralı izleme nedeni. Ridley Scott, Comic-Con'da yaptığı açıklamada, bu filmde Alien ile ilgili sorulmayan sorulara, DNA'sına cevap aradığını söylüyor. Ayrıca filmde android, robot gibi daha önceki bilimkurgu filmlerinde sıkça rastladığımız öğelerden de var, fakat yeni bir bakış açısıyla. Yine de bu filmi izlemek için Alien'a aşina olmak zorunluluğu da yok, çünkü direkt ilişki yok.

5- Filmin -biraz da olsa- esinlendiği bir isim de Erich von Däniken: Ülkemizde Tanrıların Arabaları kitabı sayesinde oldukça ilgi çeken bu yazar, insanlığın gelişirken "dışarıdan" yardım aldığını iddia ediyordu. Bilimkurgunun "tahmini" ve "X-Filesvari" kısmi burada devreye giriyor. Gizem öğemizi de bulduk!

Filmin reklam kampanyaları da yenilikçi: viral marketing denilen yönteme uygun bir şekilde Weyland Şirketi sahibi Peter Weyland'in (Guy Pearce oynuyor) 2023'de TED konferansında yaptığı bir konuşma videosu yayınlandı. Buradan izleyebilirsiniz. Bu arada Guy Pearce filmde sadece birkaç dakikalık rolü olduğunu söylemişti. Bunu 8-10 dakikaya uzatmasını bu viral reklamlara borçlu olacak sanırım hahaha. Peter Weyland'ın şirket sitesinin adresi ise https://www.weylandindustries.com/ Weyland şirketi Alien filminde ismi geçen Weyland-Yutani şirketinin geçmişteki hali... Film için bir Twitter hesabı da açılmış. (Bir diğer reklam unsuru da Charlize Theron'un üstsüz görüntüleri ama o yenilikçi değil) Bakalım hazirana kadar başka reklam kampanyaları da olacak mı?

Prometheus Kim?
Yunan Mitolojisi'ne göre insanlığa Ateş'i hediye eden, Zeus'u kızdıran bir titandır. Zeus, onu cezalandırmak için bir dağın tepesine zincirlemiştir, bir kartal her gün karaciğerini yemektedir, her akşam ise karaciğeri yeniden oluşmaktadır, bu böyle sürüp gider.




Thursday, March 08, 2012

31. İstanbul Film Festivali - İKSV



Festivalin bu yıla özgü afişi yok mudur? Henüz göremedim...

İstanbul Film Festivali programı 10 Mart Cumartesi'den itibaren internet sitesinden yani şu adresten öğrenilebilecek: film.iksv.org 

Şimdilik edinebildiğimiz bilgiler:
Festival 31 Mart–15 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. 200'ün üzerinde film var. (Demek ki yine festival kitapçığı elimizde, uzun saatler geçireceğiz) İlginç aktiviteler arasında Mark Cousins'in The Story of Film: An Odyssey (Filmin Hikayesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk) isimli 15 saatlik filminin özel gösterimi var. (Birer saatlik 15 bölümden oluşan bu belgeseli üstüste 15 bölüm mü gösterecekler, ne olacak çok merak ettim)

Ana sponsor Akbank. Bu nedenle Akbank- Axesskart sahipleri için biletler %20 indirimli. Bu indirime hafta içi gündüz seansları dahil değil, ancak zaten hafta içi gündüz seansları 5 TL. Diğer bilet fiyatları tam 15 TL, öğrenci ve 65 yaş üzeri 9 TL. 

(İf İstanbul ile arasındaki fark; bu festival biraz daha öğrenci dostu. Ancak Tam biletler 1 TL daha pahalı. Demek ki İKSV sanayici yönetim kurulu üyeleri bizim mezun olur olmaz paraya kavuştuğumuzu sanıyorlar, oysa Eczacıbaşı'ndaki ofis çalışanlarının bu festivalde birkaç film izleyebilecek maddi yeterlilikte olduklarını hiç sanmıyorum. Türkiye'nin en büyük firmalarından birinde 4,5 yıl çalıştım, şu anda da dünyanın en büyük firmalarından birinde çalışıyorum ve hala sinemaya giderken 20 kez bilet fiyatını düşünüyorum)

BitamBiöğrenci uygulaması da devam ediyormuş: alacağınız bilete ek olarak 15-50 TL'lik katkıda bulunarak, sanatsever fakat maddi durumu yetersiz öğrencilere bilet ısmarlayabileceksiniz.

Malum hala Emek Sineması'na kavuşamadık. Bu nedenle festival filmlerinin gösterileceği sinema salonları arasında Emek yok: Beyoğlu’nda Atlas, Fitaş 1 ve 4, Beyoğlu, Pera Müzesi, Nişantaşı’nda CityLife (City’s) ve Kadıköy’de Rex... Listede Kadıköy olması tabii ki harika. 

Onur Ödülleri'ni bu yıl 4 kişi alıyor: Yönetmen Ali Özgentürk, Sinema oyuncuları Ayşen Gruda ve Halit Akçatepe ile Türkiye'nin ilk kadın sinema eleştirmeni Sevin Okyay. (Bu yazıyı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde yazıyorum, Sevin Okyay'ın ödül almasına özellikle sevindiğimi bu günle ilgili güzel dileklerimle birlikte iletiyorum :-))

Sinema Onur Ödülü almak için ayrıca yönetmen Terence Davies de Türkiye'ye geliyor. (Henüz izleyemediğim, ancak kitabıyla ilgili bir yazı yayınladığım House Of Mirth'in yönetmeni) Davies, bu yıl Rachel Weisz'in rol aldığı The Deep Blue Sea filmiyle gündemde, bu film aynı zamanda festivalin açılış filmi olacak. Keşke Rachel Weisz'i de getirseydi! :-)

Açılış töreni 30 Mart Cuma Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nd, ancak benim için NTV'de demek daha doğru olacak sanırım. Bakalım bizim kırmızı halı töreni nasıl olacak?  

Açılış filmi Deep Blue Sea

Sunday, March 04, 2012

Film: The Descendants

Corç Amca kızlarına bakıyor
The Descendants, ülkemizde Senden Bana Kalan ismiyle gösterime girdi. George Clooney hayranı değilimdir, ancak ödüllü filmlerini ve iyi oyunculuğunu yadsımam. Film nazik, sakin bir film. "Ödülleri ve adaylıkları hak etmiş!!!" diye coşkuyla bağıracağımız bir film değil belki, ama salondan memnun ayrılıyorsunuz. 

Aslında The Help'i izleme niyetiyle yola çıkmama rağmen kendimi bu filmde buldum, bir aile dramasına hazır hissetmiyordum. Kafamdaki planın değişmesi beni çok rahatsız eder. Bu kez bu ufak değişiklik beni üzmedi.

Film Havai'de geçiyor, yıllar önce gidip sömürgeleştirip, golf sahalarını oturtup, mekanların ve kişiliklerin ırzına geçen Beyazlar, ufak göndermelerle "heh-heee ya valla farkındayız aslında yaptıklarımızın" diyorlar. Havai'nin diğer Hollywood filmlerindeki gibi (Genelde romantik komedi olur bu filmler) sadece tatil köylerinden oluşan yüzünü değil, daha gerçekçi bir yüzünü anlatır gibi. George Amcamız eşi komaya girmiş bir baba rolünde çeşitli güç durumlar yaşıyor ve iki kızıyla yakınlaşmaya çalışıyor.

Film boyunca Havai modasını ve evlerdeki yaşam tarzını da ufak ufak gözlemliyoruz. Kocaman çiçekli gömlekler, kapının önünde çıkarılan terlikimsi ayakkabılar, mobilyalarda özensizlik ve hasır ağırlığı... Tabii pekçok insan normal olarak filme senaryoya falan bakmıştır. Fakat ben genelde reklam dergilerinden fıslamış gibi görünen film dekorlarına kafamı taktığım için, bu belirgin fark dikkatimi çekti.

Üstüste çevrilen "tuhaf aile" temalı bir film olmaması da artı puan. Olabildiğince normal bir aile. 10 yaşındaki kız, 10 yaşında bir kız mesela. Son yılların filmlerindeki gibi "Büyümüş de küçülmüş, sevsek mi dövsek mi?" tarzı değil. Aynı şekilde 17 yaşındaki kız da çağına uygun davranışlar içerisinde. Sorunlar çözülmeye çalışılıyor, güzel bir seyir. Film yönetmeni Alexander Payne , daha önce Sideways, Election ve About Schmidt filmleriyle tanınıyordu.

Filmin en güzel sahnesi.

Friday, March 02, 2012

Kitap: Duyguların Rengi (The Help)

The Help, Yardımcı veya filmden sonra verilen ismiyle Duyguların Rengi... Daha önce kitapla ilgili ufak bir yazım olmuştu. Buradanbakabilirsiniz. Uzun süredir Barnes & Noble’da çok satanlar arasındaydı. Film uyarlamasının Oscar’da yarattığı sükseden sonra bu ilgi daha da sürer diye düşünüyorum.


Kitap Kapağı

Hevesle okumaya başladığım bu kitabı bitirmek oldukça uzun zamanımı aldı. Bunun birkaç nedeni var: Öncelikle kitap oldukça tombul. Bu da uykudan önce yatağa yatıp okumamızı engelliyor. (Bu kısım E-Kitap yayıncılarına ders niteliğindeydi!!) İkinci neden benim son dönemde kitaba vakit ayıramayışım, kişisel ufak sorunlar. Son olarak kitabın temposu okuma hızınızı etkiliyor zaman zaman sizi yavaşlatıyor, zaman zaman hızlandırıyor.

Kitapta 3 karakterin üzerinden Amerika’nın en tutucu bölgelerinden birini (Mississippi) ve 1960’ları tanıyoruz. Bu 3 karakterden ilki Beyaz bir orta sınıf mensubu kız; Skeeter. Diğer ikisi ise Siyah hizmetçiler; Aibileen ve Minny. Her birinin ağzından yazılmış bölümler var, böylece herkesin içsesini duyabiliyoruz.

Giriş ve gelişme kısımlarında kitap oldukça başarılı. Skeeter ömür boyu siyah hizmetçisi olmuş sıradan bir kız, toplumsal baskılarla çevrelenmiş. Dönemin şartlarına göre “koca bulmak için” üniversiteye giden kızlar, okulu yarım bırakıp evleniyor, kendilerini hayır işlerine ve hizmetçilerini aşağılama işine adıyor. En yakın arkadaşları ise hayatın ve dünyanın gerçeklerine gelince hiç de yakın hissedemediği iki yüzlü kasaba kadınları.

Değişim ufak hareketlerle başlar, evet. İnsanların görüşlerinin yavaşça değişmesi, siyahların (veya kendilerinden farklı olanların) da insan olduğunu farketmeleri güzelce anlatılmış. Ancak kitabın tek bir açıdan baktığı ve biraz iyimser olduğunu söyleyebiliriz. Klu Klux Klan tarafından dövülen, tehdit edilenleri duyuyoruz ama görmüyoruz. Aslında bu bir tercih, yazarın tercihi. Toplumsal baskı, psikolojik baskı ve aşağılama, korkutma, çoğu zaman işkencenin en kötüsüdür. Ve kitapta da gördüğümüz gibi siyahlar bununla hayatlarının her günü karşılaşıyorlardı. (Hatta her toplumda böyle aşağılanan diğerleri var, sorunlar devam ediyor)

Skeeter bir beyaz olarak, siyahların ve hizmetçilerin de insan olduğunu anladığında, onlarla vakit geçirmeye ve ufak da olsa bir şeyleri değiştirmeye başladığında kendisi de değişiyor. Ona sırf kendilerinden olmadığı için sırt çeviren insanlarsız kendini var etmeye çalışıyor. Yalnız da kalsa iç huzuru öne çıkıyor.

Fakat... Kitabın son kısımları sanki aceleye gelmiş gibi. Skeeter’ın geçtiği evreler uzun uzun anlatılırken, sonlara gelindiğinde, radyoda duyduğu bir Bob Dylan şarkısı ile yarı-hippi olan bir kız görüyoruz. Ufak ayrıntılar serpiştirilmeye çalışılmış, ki bunu hep çok sevmişimdir, örneğin Kennedy’nin ölümü, radyoda Rolling Stones çalması, ilk kez beyazların okuduğu bir üniversiteye giren siyah genç, uzaktan kumandanın icadı... Fakat bazıları fazlasıyla “sokuşturulmuş” duruyor.

Buradan sonra okumayanlar için ufak ipuçları var:


Sonuca gelmek gerekirse... Kitap fena değil. Sonlarını çok beğenmesem de... Bir Bestseller Amerikan olarak okunabilir. En azından yüzyıllardır devam eden ”insanın ikiyüzlülüğünü, fırsatını bulduğunda acımasızca ötekiyi ezmesini” irdelemiş. Elinden geleni yapmış ama bir orta sınıf Amerikan ev kadını bakışının ötesine pek geçememiş. 
Yazar Kathryn Stockett'in ilk kitabı. Daha önce 60 kez reddedilmiş, 61.de kabul edilip basılmış.
Sıra Oscar ödüllü filmine geldi... Film şu an sinema salonlarında gösterimde...