Wednesday, December 26, 2012

Kitap: Murakami - Sahilde Kafka

Haruki Murakami! Sonunda okumayı başardığım bu çok popüler ismin Japon oluşu, daha doğrusu Amerikalı veya Avrupalı olmayışı, beni mutlu ediyor. Neden? Çünkü ezberlediğimiz kültürlerden farklı, çünkü Uzakdoğu az bilinir, çünkü Uzakdoğunun U'si bile gizemli!

Bu neşe dolu girişin tek nedeni Sahilde Kafka'yı Pinuccia'nın Kitapları'nın Aralık Ayı Murakami etkinliği çerçevesinde okumuş olmam. Sahilde Kafka birkaç yıl önce çok satmıştı, hatta nedense hiç unutmuyorum, Tuna Kiremitçi gazetedeki köşe yazısında bu kitabı okuduğunu yazmıştı. Ben de yine çok satandan koşarak uzaklaşmıştım, okumamıştım. (Tuna Kiremitçi denilince aklıma Sahilde Kafka gelmesi çok tuhaf değil mi?)

Neyse sonuçta kaçamadım merakımdan... Sahilde Kafka başlangıçta gayet normal bir hikaye anlatmaya başlıyor. 15 Yaşında bir genç olan Kafka Tamura evden kaçar, hiç bilmediği bir şehire gider. Farklı insanlarla karşılaşır, çeşitli maceralar yaşar, içsel yolculuğuna çıkar... Bu tür romanlarda sıkça rastladığımız üzere kendisi yaşından olgun, soğukkanlı, biraz da tuhaf bir gençtir. Her şey normal seyrinde giderken, diğer karakterlerin romana girmeye başlamasıyla, işler çığrından çıkıyor... Kediler konuşuyor, insanlar boyut değiştiriyor, hayaletler geliyor, gerçek dışı ne varsa yaşanıyor. Bu da yetmezmiş gibi karakterler beklenmedik seks maceraları yaşıyor. Zaten ana karakterimiz Oedipus Kompleksinin dibine vurmuş :(( (Kaan Sezyum'un kulladığı kalıbı kullanayım: Bazı şeylerden rahatsız olanlar izlemesin)
Murakami'nin kapakları hoşuma gidiyor...du... 1Q84'e kadar... Ona ısınamadım.

Kitaplarda her acayipliği yaşamalarına rağmen asla şaşırmayan ve korkmayan karakterler oluyor hani. Bunları okuya okuya ben de öyle oldum sanırım. Hiçbir şeye şaşırmıyorum. Zaten donuk bir insandım iyice tepkisizleştim. Kendimi bir roman karakteri sanmaya başlamam yakındır. Hatta... Korkarım farkında olmadan, yarı bilinçli yapıyor olabilirim bunu.

Kitap nasıl derseniz... 650 sayfa olmasına rağmen hızlı okuyabileceğiniz, "bir sonraki bölümde ne olacak?" diye merak edeceğiniz kesin. Birçok olay yaşandığından, bir anlamda yol hikayesi olduğundan böyle. Durağan olsa ne olurdu bilemiyorum, Murakami'nin başka kitaplarını da okumak isterim.

Aklımda takılanlardan biri şu: Kitapta pek çok gönderme var. Bir çok şarkı, müzik, marka, masal, efsane, besteci ismi geçiyor. Başka modern edebiyat kitaplarında bana itici gelen bu detaylar, Sahilde Kafka'da itici gelmedi. Sanırım Murakami'nin başarısı denilebilir buna. Gerçi bu göndermeleri (örneğin Radiohead dinleyen veya Nike giyen genci) yüzlerce yıl sonra kim anlayacak, şu anda hiç bilmeyen ne anlayacak? Her döneme ve herkese hitap etmeli midir? Yazarların böyle bir mecburiyeti yok herhalde.

Bir diğer gevezelik edeceğim konu: Fantastik edebiyatı çok severim ancak ayakları yere basan fantastik edebiyatı tercih ederim. Kuralları önceden bilmeyi severim. Başka bir dünya, başka bir boyut olduğunu bilerek başlarım kitaba. Böyle sanki "gerçek dünyada geçen" kitaplarda bir anda "mistik" ortamlara dalınması pek ilgimi çekmiyor. Adeta bilimkurgu diye başlayıp sonradan mistikleşen Lost dizindeki gibi kandırıldığımı düşünüyorum. (Geçenlerde Facebook'ta "Lost bilimkurgu mu fantastik mi?" diye soran Burcu'ya selamlar)  Yine de bu kitapta bu önyargımı biraz kırdım: Anlatımı güzel olduğu için ve bu mistik durumların çoğu felsefi göndermeler içerdiği için...

Bu arada en sevdiğim karakter Oşimo oldu, kitaptaki gibi bir kütüphane bulsam da memuru olsam.

Okuyun ama süreçten zevk alın, "bu neden böyle, şunun cevabı nerde" falan demeyin... Akışına bırakıp okuyun. Yine de bir sonraki Murakami kitabını birkaç kitaptan, birkaç aydan sonra okuyabilirim diye düşünüyorum.

Tuesday, December 25, 2012

Kitap: Seray Şahiner - Gelin Başı / Hanımların Dikkatine


Seray Şahiner neredeyse yaşıtım. Bu nedenle yazdıklarını okurken kendime yakın bir bakış açısı bulacağımı ve hikayeyi daha iyi anlayacağımı düşünmüştüm. Bir anlamda haklı çıktım. 


İki kitaptaki öykülerde de "kadınlar" başrolde:
İlk kitap Gelin Başı 2007'de yayımlanmış. Alevi kadınlar, konfeksiyon işçisi kadınlar, dedikoducu mahalle sakini kadınlar, flört peşindeki genç kadınlar gibi çeşitli sıfatları olan kadınları içeriyor. Bu kitabı çok beğendim. Öykülerin eleştiren ve sorgulayan bir bakış açısı olduğunu düşündüm. Çoğu zaman da gülümsetiyorlardı. 23 yaşında bir yazarın bu öyküleri yazması beni heveslendirdi, mutlu etti.


İkinci kitap Hanımların Dikkatine, 2011'de yayımlanmış, 2012 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü almış. İlginçtir ki bu kitaptaki kadınlar benim daha iyi anlayabileceğim türde olmalarına rağmen, bana daha itici geldiler. - Daha iyi anlamamın nedeni: 25 yaş üstü, İstanbul'lu, çalışan, aşk/ilişki yaşayan veya yaşamaya çalışan kadınlar; benim ve arkadaşlarımın dahil olduğu tür- 

İyi tanımadığından mı, ilgisini çekmediğinden mi bilmiyorum, yazar erkekleri pek anlatmıyor. Fakat öykülere bakılınca erkekler ve erkeklerle ilişkiler umutsuzluk verici. Hatta sinir bozucu. İlk öykülerde karşımıza çıkan hoş saptamalar, son öykülere doğru "Kadın dedikodusunun edebi yönü daha güçlü versiyonu" olmaya başlıyor. Öyküler birbirleriyle bağlantılı ki bu iyi bir fikir, fakat gittikçe tempo düşüyor. Özellikle son öyküde gereksiz yere uzayan diyaloglar var, bence. Evet, yine güldüğüm yerler de oldu tabii, ancak biraz zorlama da gelmedi değil... 

Yine de kadın dünyasındaki sohbetleri tam da benim hissettiğim biçimiyle sunabilen bir "benim jenerasyonumdan" kadın yazar, iyi geldi. Belki etrafımda çok dinledim bu şehirli, mutsuz, aşık kadın hikayelerini ve o yüzden iticiydi, emin değilim. Belki de küfürlü her diyaloğu zorlama espiri olarak görmeye kararlıyım... Son teorim ise (bu daha akla yakın) ben içinde toplum sorunu olan, özelden genele uzanan öyküleri daha çok seviyorum. Aşk öykülerini de seviyorum tabii, ancak "kadın dünyası" ve "erkek dünyası" şeklinde genelleştirilenleri sevemiyorum. Bana göre, aşk ve ikili ilişkiler daha bireysel anlatılmalı. Şehirli insanların genel sorunları ve "genelde aldıkları tavırlar" var, ama bunlarla ilgili bu öykülerin sunduğu teoriler yeni sayılmaz. 

Thursday, December 20, 2012

Yıl Biterken

2012 icin kendime koyduğum hedef 52 kitap, 52 filmdi. Okuduğum kitapları not aldığım defterin fotoğrafını paylaşıyorum şimdi. Görüldüğü gibi önce bosluklar bırakıp rahat rahat yazarken, sonraları yerin darlığını idrak etmişim... Tam liste için daha sonra tekrar uğrayınız. :-)


Monday, December 17, 2012

Kitap: Doris Lessing - Gene Aşk

Doris Lessing 2007'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında, daha önce kitabını okuduğum bir kadın yazarın ödül almasına sevinmiştim. İlk okuduğum kitabı Mara ile Dann idi. Lessing'i ne zaman düşünsem aklıma Mara ile Dann'ı bana hediye eden kadın gelir. Benim için ilham kaynağı olan kadınlardandır o, başkalarına tuhaf gelen, bence değeri bilinmeyen biri. 

Bu yılki Tüyap Kitap Fuarı'nda Gene Aşk'ı görünce, Doris Lessing'in Türkçe'deki tüm kitaplarını okuma arzusuyla, hemen kasaya yöneldim. Kitapla ilgili düşüncelerim biraz bulanık. Gene Aşk, kapağına bakınca beni hemen cezbetti: Nobel Ödülü Logosu, Yazar Lessing, Çeviren Tomris Uyar, kapakta Marcus Stone'dan hüzünlü bir resim... Okumaya başladığımda 65 yaşındaki bir kadının "aşk"ını anlatması beni iyice çekti. Şu sıralar sürekli duygularımı tartıyorum, "aşk"ın anlamını, hiç aşık olup olmadığımı düşünüyorum. Tabii romanın kahramanıyla karşılaştırıldığında "hayatımın baharında" sayılabilirim. Önümdeki 65 yaşındaki kadın örneklerine bakınca umutsuzluğa düşüyorum, bunda tek suçlu ülkenin veya toplumun kadına ve yaşlılara bakışı değil, konu derin... Kendime döndüğümde ise yıllar sonra nerede olmak isterim, nasıl biri olmak isterim, diye sürekli düşünürüm; bu kitapta sorgulamalarıma devam edebilmem için pek çok yeni soru işareti vardı.
Kapaktaki resim

Kitabın arka kapağını okuyup "65 yaşındaki kadının kendisinden çok daha genç iki erkeğe aşık oluşu ve cinsellik" şeklindeki kısır özete kapılmamakta fayda var. Kitaptaki aşk ve cinsellik, büyük ihtimalle size bu kelimelerin çağrıştırdıklarından uzak kalacak. 

Beni yoran kısım çok fazla karakter olmasıydı. Evet, sanki İngilizlerle ve Fransızlarla vakit geçirmişim gibi "onlardan" hissettim, anladım durumu, diyalogları... Fakat olay örgüsünde pek de büyük yeri olmayan çeşitli isimler beni yordu, aklımda tutmakta zorlandım. Ana karakterimiz Sarah'nın ilk "aşık olduğu" 28 yaşındaki genç adam, adeta bir Pandora'nın Kutusu'nu açıyor ve Sarah'yla birlikte biz de aşk acısı çekmeye, anlam verememeye, bunalmaya başlıyoruz. İkinci aşk ise hissettirmeden geliyor, sanki diğerinden kurtulmak için. 

Belki de hiç anlamadım kitabı. Aslında olayları başlatan kurmaca tarihsel karakter Julie'den de bahsetmedim. Bende etki bırakan aşk duygusunun tarifi, insanın duyguları nedeniyle fiziksel acı çekmesi oldu. Aşk kitabı diyince hayal ettiğim "mutlu/mutsuz  kadın ve erkek" tarifinden uzak olduğu için, tek yönüyle kadına ve aşkın ondaki etkilerine baktığı için sevdim bu kitabı. 

Ne yazık ki benim gibi "sürekli düşüneyim, derdim yoksa da kitap bana  ilham versin, dert icat edip düşüneyim" mantığında olmayanlara öneremeyeceğim.

Okurken sürekli Festivalde izleyemediğim Amour filmini düşündüm. Haneke'nin filmlerini genelde kaçırmam, Amour'un da yaşlı insanların başrolünde olduğu bir aşk hikayesi olduğunu duydum kabaca. Gösterime girmesini bekliyorum. Mesele yaş değil, duygular, mesele biz gençlerin her şeyi "şu ana ait" sanması.




Wednesday, November 28, 2012

Aktiviteler...

Son zamanlarda blog'u güncelleyemedim. Özet geçelim o zaman... Görselliği az olan Blog yazılarını ben bile okumuyorum ama size bu eziyeti yapıyorum şu anda... Özürlerimle :-)


  • Geçen yıl kendime koyduğum bir hedef vardı: 52 kitap okumak. (Yeri gelmişken Goodreads linkimi de vermiş olayım....) Şu an 51 kitap okumuş durumdayım, yani yılsonuna kadar hedefi tutturacağım, belli. Aslında bu sayısal hedefi çok samimi ve gerçekçi bulmuyorum. Okuduklarımı not alarak, kendimi takip etme amacım var. Çünkü bu 52 kitabın içinde mesela Atlas Vazgeçti var, 3 cilt. Bazı yayınevleri tek kitap olarak basmış. Tek kitap sayabiliriz. Sonra incecik öykü/şiir kitapları var. Baya dandik bir anı  kitabı var edebi yönü sıfır olan, şimdi burada isim verip rencide etmeyeyim (Alpay Erdem'in bu cümleyi kullanması çok komik gelir bana hep) Sonuçta 52 kitap, ama kime göre neye göre 52 kitap? Her biri 500 sayfalık ağır teorik felsefik 52 kitap mı, herbiri 100 sayfa olan edebi yönü sıfır olan 52 kitap mı? Mühim olan içerik...
  • Ekim ayı'nda Cirque Du Soleil'in Alegria gösterisine gittim. İlk kez Ataşehir'deki Ülker Sports Arena'yı görmüş oldum. Gıcır gıcır bir mekan. Çıkışta taksi bulamayınca sinirlendim ama... Neyse... Gösteri bana göre değildi. Daha çok çocuklara hitap ediyordu bence. Veya ben akrobatlara pek meraklı değilim. Müzikleri ve pek tabii akrobatları ilgi çekiciydi, ama bu benim böyle uzun bir "şov"u sıkılmadan izlemem için yeterli değil. Özellikle ikiye katlanan akrobat kadınlar beni hasta ediyor. Bakamıyorum omurgasını kıvıran kadınlara. Esprili, seyirciyi de kattıkları kısımları, palyaçoları sevdim.
  • 22 Kasım'da Contemporary'ye gittim. Web sitesi'nden PDF olarak katalogunu indirmenizi tavsiye ederim. Gazete okuduğuma göre eserlerin büyük çoğunluğu satılmış. (tabii eserlerin fiyatlarını görünce insan nutuk tutulması yaşıyor) Yıllardır Contemporary hakkında, organizasyondaki aksaklıklar ve kapitalist sanat anlayışı nedeniyle eleştiriler yapılır. Ben hep eleştirileri okuyan olmuştum. "Zaten modern sanattan pek anlamam ki" gibi cahilde bir tavırla, kalkıp sergiyi gezmemiştim. Sanatçıların bu tür etkinliklere nasıl katıldıklarını bilmiyorum, anladığım kadarıyla bireysel katılım pek mümkün değil, genelde galeriler vardı. Genç ve hiç adını duymadığım sanatçıların eserlerini görmek bence güzel bir fırsattı. En çok beğendiğim eserlerin sahiplerini not aldım. En çok hoşuma giden eserler Art From Armenia başlıklı, Ermeni sanatçıların yapıtlarının olduğu bölümdeydi. Tabii herkesin ilgisini çeken meşhur isimlerin de işleri vardı. Bunlar gazetelerde zaten var diye yazmıyorum... 
  • Contemporary için "Modern sanattır, tablo alacak halim yok, anlamam, gitmeyeyim" gibi bir yaklaşıma gerek yok. Her tarz eser vardı. Yalnız çok fazla eser vardı ve yeterince gezemedim, görsel bombardımana uğramış gibiydim. Sergiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bir başka sitenin linkini veriyorum.
  • İlk başladığı günden beri her cumartesi ziyarete yeltendiğim Monet Sergisi'ne hala gidemedim. Vazgeçmek üzereyim. Zaten nilüfer de sevmem diye avutuyorum kendimi.
  • Bulut Atlası- Cloud Atlas filmini çok beğendim. Politik altmetinleri olan filmleri, kitapları çok seviyorum. Bence yaşam=politika. Politik olmadığını iddia eden insanları cahil ve korkak buluyorum. 
  • Geçen hafta Girls isimli diziyi izledim. (Henüz ikinci sezonu başlamadı) İstanbul'un ve büyük şehir kadınlarının bu New York'lu kadınlara benzemesi beni ürküttü. Muhafazakarlaşma beni de mi vurdu? Hem de benim gibi bir plaza kadınını? İnanılmaz ama gerçek; Sex & The City yaklaşımı bazen midemi bulandırıyor. Yine de Girls izlenebilir bir dizi. Gerçekçi ve komik. Ne yazık ki hislerime de tercüman oldu çoğu zaman.
  • The Misfits isimli İngiliz Dizisi'ni izlemeye başladım. Biraz fantastik, biraz komik, biraz trajik, biraz da seksi.  (Nesi seksi bilmiyorum gerçekten, İngiliz aksanından mı acaba?) Konuyu okuyunca absürd bulmuştum ama izlerken öyle gelmedi: Kamu hizmeti yapan ufak tefek suçlardan hükümlü gençler, özel güçler kazanırlar, olaylar gelişir. 

Misfits


Kitap: Jonathan Safran Foer - Hayvan Yemek

Ağustos'ta Nook ile e-kitap olarak okudum bu kitabı. Tatilde okuduğum tüm kitapları aynı yazıda yayınlayacaktım, atmışım taslaklara kalmış... 



Morrissey konserinde izlediğimiz Peta'nın Meet Your Meat (Etinizle Tanışın) videosu vardı ya hani? Kitapta o videoyu izleyen bir insanın, bu konuyu derinlemesine araştırması sonucu elde edebilecekleri var.

Et yemeyi sevdiğim için, ayrıca sebzelerin hepsini yemediğim için, vejeteryan olabileceğimi düşünmüyorum. Oysa endüstriyel et üretiminin bizi getirdiği nokta hem hayvanları hem bizi hasta ve mutsuz eden bir psikopatlık durumu.

Jonathan Safran Foer genç yazarlar arasında parlayan bir isim. İki romanıyla fırtına gibi esti, kitaplarının film uyarlamaları yapıldı. Bu arada baba olmuş (ne şeker bir durum, yazıyı neden bu hale sokuyorum ki? Baya da genç baba olmuş; beni arkadaş çevremdeki erkekler konusunda düşünmeye sevk etti bu durum) Baba olunca çocuğunun boğazından geçen yemekler üzerine düşünmeye başlamış. Burada olsa film uyarlamalarından kazandığı parayla Organik Tarımcılardan alışverişe başlayıp, Ayvalık'tan özel üretim zeytinyağı falan alabilirdi. Neyse böyle yapmamış, gidip tek tek et kesen firmaları araştırmaya başlamış. Aynı zamanda endüstrinin devlerine mektuplar yazmış, ziyaret talep etmiş. Taleplerine dönüş alamamış. Kitapta bol bol referans var. Hafif bir makale veya gazete için yazı dizisi gibi. Referanslarda geçen kitapların -az da olsa- bir kısmının Türkçe'ye çevrilmiş olması beni memnun etti. Böylece bu konuda daha fazla okuma yapmak istediğimde bunlara başvuracağım.

Tavsiye etmeli miyim? Meraklı olan zaten alıp okuyacak, benim bilmediğim pek bir şey yoktu. Tavukları antibiyotikle beslediklerini, insanlarda ergenlik yaşının yanlış beslenme sonucu gittikçe düştüğünü biliyordum mesela. Konuya uzak kişiler için iyi bir giriş olabilir.

Kitapla ilgili bir de belgesel çekileceği haberi var, Natalie Portman'ın projesiymiş. Yazarla aralarında bir vegan - İbrani dayanışması söz konusu sanırım. Kitapta yazarın Yahudi kökenine, onların yemek alışkanlıklarına, aile düzenlerine de değiniliyor. Bahsi geçen konular hakkında zaten az çok bilgim olduğu için bu kültürel tanıtım kısımları çok ilgimi çekmedi.

Bir de aşağıdaki gibi tanıtım videosu var. Sevimli yazar Jonathan kitabın reklamını yaparken... (İngilizce bilenler için ne yazık ki)



Tuesday, October 23, 2012

Kitap: Barış Bıçakçı - Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra ve Sinek Isırıklarının Müellifi

Ben de çoğu okur gibi sürekli roman okurum. Kendimce "iyi okur" olmaya çalışsam da, öykü, şiir gibi türlere baya mesafem var. Şiir olarak lise yıllarımdan beri "edebiyat tarihine geçmiş" şairlerimizi okudum, tercümelerde ise bir iki derlemenin ötesine geçemedim. Öykünün çok zor olduğunu düşünmüşümdür, kısa metinde o kadar çok şeyi anlatabildikleri için büyük hayranlığım var öykücülere. Buna rağmen romana kıyasla az öykü kitabı var kütüphanemde.

Barış Bıçakçı'yı çoğu kişi gibi "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" romanıyla tanıdım. Diğer kitapları idefix'de sürekli "Tükendi" olarak görünüyordu, siparişlerime denk gelmedi. Geçenlerde D&R'da gezerken görünce "Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra" ve "Sinek Isırıklarının Müellifi" kitaplarını aldım. İlk olarak BSYPGS diye komik bir şekilde kısaltabileceğim bu kitabı okudum. Sonra da Sinek Isırıklarının Müellifi'ni.

Bu aralar canım sıkkın, kendimle ve hayatımla ilgili çokça düşünüyorum. Sorgulama dönemim denilebilir. Bu kitap da bu döneme denk gelince, belki de normalden fazla etkilendim. Kitapta öyküler var, ancak bütüne bakıldığında bir roman gibi algılanabilir. Konu tek cümle: "Başak isimli, ağabeyi ve annesiyle yaşayan bir kız, intihar etmiştir." Kitaptaki öyküler zaman olarak belirli bir sırada ilerlemiyor. Farklı dönemlerde, farklı anlatıcılar Başak'ı, kendilerini, intiharın hayatları üzerindeki etkisini anlatıyor. Kitabın ortalarına gelmeden, bazı anlatıcıların kim olduğunu veya zamanın ne zaman olduğunu anlayamayabilirsiniz.

Barış Bıçakçı'nın kitaplarını Google'dan aratınca, kitapla ilgili "çok şahane" olduğunu söyleyen yorumların dışında, tek bulabildiğim insanların altlarını çizdikleri cümleler. Evet, güzel cümleler var. Fakat ben metnin tamamına bakıldığında bu cümlelerin güzel ve etkileyici olduklarını düşündüm. Bir aforizmalar yumağıyla karşılaşmaktan korkmuştum, öyle olmadı, buna sevindim.

Konu intihar ekseninde diye, depresif bir kitap olduğunu düşünmemek gerek. Başak, ağabeyi ve annesinin içiçe geçmiş yaşamı, tam da benim içinde bulunduğum içiçe geçmiş ve bazen hastalıklı olmasından korktuğum ailevi durumuma oldukça yakındı. Çoğu kez kendimi içinde bulduğum durumlarla ilgili kısacık bir cümle görünce, bambaşka bir hayat yaşayan bambaşka bir insanın "seni anladığını" hissedince, etkileniyor insan.

Sinek Isırıklarının Müellifi'ne gelince... Öncelikle kitabın bana müellif kelimesini öğretmesini sevdim. Sonra bu bir roman, şehirli insanların küçük yaşamı üzerine. Bol gönderme var, birçok şaire, yazara. Bildiklerinizi anlıyorsunuz belki ama bilmedikleriniz çokçaysa, sıkıntı olabilir. Bu tür şeyler "anlayana" hoş bir tad bırakıyor ve yazarın arkadaşıymış gibi hissettiriyor. Hani sadece arkadaşlarınızla sizin anladığınız espriler, göndermeler vardır... O yakınlığı kuruyorsunuz. Fakat kendinizi dışlanmış hissetmeniz de mümkün. Bu da bir handikap.

Aşkla ilgili bir kitap olduğu yazıyordu arka kapakta; "Toplu konutta aşk". Kitabı bitirip üzerine düşünene kadar aşk'la ilgili olduğu aklıma gelmemişti. Demek ki sonradan bıraktığı tat böyle. (veya ben aşk ve hayatı birbirinden ayırmıyorum?) BSYPGS'da altını çizecek cümle bulamadıysam da, bu kitapta bolca buldum. Birkaç paragrafı bile işaretledim. (Uzun yıllardır satırların altlarını çizmiyordum, denemeler hariç.)

Diğer Barış Bıçakçı eserlerini de okuyacağım, eşe dosta ödünç vereceğim. 

Friday, October 12, 2012

Kitap: Hillary Jordan - Uyandığında

Hillary Jordan isimli hanım iki adet kitap yazmış şimdiye kadar. "Uyandığında" Türkçe'deki ilk kitabı, asıl ismi When She Woke. Bu aralar takip ettiğim Goodreads.com'da 3.71 almış 5 üzerinden. Çoğu yorumda kitabın ilk yarısı için 4 - 4,5 puanı hak ettiği, sonlara doğru batmaya başlayan konu ve karakter nedeniyle puanları düşürdükleri yazıyor. Ne yazık ki ben de böyle düşünüyorum.
Asıl kapak

Distopyalara olan ilgim büyük. Uyandığında'nın bolca karşılaştırıldığı Margaret Atwood'un Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid's Tale) 'i de okumuştum. Fakat Margaret Atwood'un kendini kanıtlamış çok iyi bir yazar olduğunu düşününce bu karşılaştırma sadece konu bazında kalıyor bence. Uyandığında o kadar da etkileyici olamıyor.

Konuya gelelim: Amerika daha da muhafazakar olmuştur. Din ön plandadır. Hükümetin kararlarında da din adamları etkilidir. Suçluların işaretlenmesi ve toplumdan tecrit edilmesi başlamıştır. Gelişen teknoloji yardımıyla suçluların deri rengi, işlenen suçun türüne göre değiştirilmektedir. Örneğin cinayet işleyenlerin deri rengi kırmızı yapılmaktadır. Böylece tüm toplum onların neden suçlu bulunduğunu bilir. Ayrıca sürekli takip edilmektedirler ve dileyen herkes onları bulabilir, nerede olduklarını izleyebilir. Kitabın ilginç olma nedeni ise şu; Artık kürtaj da cinayet sayılmaktadır ve kahramanımız evlilik dışı ilişkisi sonucu hamile kalıp kürtaj yaptırmıştır. Ne babayı ne de kürtajı yapan doktoru ele vermiştir, bu nedenle cezası daha da arttırılmıştır. O artık Kırmızı derili bir insandır.

Kitap Kırmızı olarak uyanan Hannah'nın hücre macerasıyla başlıyor. Aile yapısını, geçmişini, bu noktaya nasıl geldiğini öğreniyoruz. Bu kısımlarda gözyaşları dökmek veya toplumun ikiyüzlülüğüne, cehaletine sinirlenmek serbest. Sonra Hannah cezaevinden çıkıyor, hayatta kalma savaşına başlıyor. Bu kısımlar da oldukça ilginç ve sürükleyici. Hannah sürekli geçmişin muhasebesini yapıyor, yetiştiği korunaklı ve muhafazakar çevrenin dışındaki dünyayı tanımaya çalışıyor, insan olarak gelişiyor.

Hannah "devrimci" diye adlandırılabilecek gruplarla tanıştığında ve kitap sonlara yaklaştığında konu dağılmaya başlıyor. Hannah bu kadar değişmiş, gelişmiş bir noktaya gelmiş olmasına rağmen, sonlara doğru davranışları buna uygun değil. Güçlenmiş ve değişmiş olarak yansıtılan karakter saçma kararlar alıyor. Aşk, nefret, insan ilişkileri bulanıklaşıyor. Mutlu son'a ulaşacak mı derken izlediğimiz yol hikayesi ve başından geçen koşuşturmaca inandırıcılıktan uzaklaşmaya başlıyor. 

Yazar "Din bu mu?" gibi felsefik tartışmalara girmiş ancak kürtaj'ın ahlaki boyutu aşk romanı tadında kalmış. Her kadının yazarken bile zorlanacağı, hassasiyet göstereceği "karnındaki bebekten vazgeçmek" gibi ağır bir konu var ortada. Ancak bu aşk sosu altında kalmış. Daha çok suçlu olmak, toplumdışı olmak, din insanların ruhu için önemlidir ama fazla muhafazakar da olmamak lazım gibi hafif dozda konulardan bahsetmiş.

Kitabın "genç-yetişkin"ler için olduğunu okudum Goodreads'de. Bizde Yapı Kredi Yayınları basmış ve bu türede olduğunda dair bir bilgi yoktu. Eğer gerçekten genç-yetişkinler için diye görülüyorsa, kitabın benim gözümde hafif kalması normal olabilir. Ne de olsa genç zihinleri kürtaj hakkımızla ilgili depresyona sokmamızın bir anlamı yok(!)

Merak uyandıran, heyecanla okunan bir distopya, fakat kısa sürede unutacağımı düşünüyorum. Fazla iz bırakacak gibi değil. Kürtaj hakkımızın cinayetle bir tutulması nasıl bir hataysa, kitapta "kürtaj" diye yola çıkıp dinin yozlaştırılmasına ağıt yakılması da o kadar hata olmuş. Güçlü kadın karaktere hasretim; Hannah tam güçlenirken romantikleşti. Küstüm kısaca Hillary Abla'ya.

Tuesday, October 09, 2012

Film: Ruby Sparks

Ruby Sparks 2 Kasım 2012'de gösterime girecek bir film. Ancak Filmekimi 2012 sayesinde önceden izleme şansım oldu. IMDB Puanı şu an 7.3 olan filmin yönetmenleri Jonathan Dayton & Valerie Faris. Bu isimleri Little Miss Sunshine'ın yönetmenleri olmalarından hatırlıyoruz. 
Zoe Kazan ne kadar sevimli yahu? Paul Dano da sevimli gerçi...

Little Miss Sunshine'ı sevdiyseniz zaten filmi hemen tavsiye edebilirim. (Filmekimi'nde Hayalimdeki Aşk ismiyle gösterildiğinden, bu isme göre yargılasam muhtemelen filmi izlemezdim) Filmin başrol oyuncularından olan Zoe Kazan aynı zamanda filmin yazarı. Yine başroldeki Paul Dano da gerçek hayattaki sevgilisi. Paul Dano'yu Little Miss Sunshine ile tanımıştım. Kısacası yine kimyaları tutan insanların ortaya çıkardığı bir film var karşımızda: Sevimli, komik, merak uyandırıcı.

Calvin Weir-Fields (Paul Dano) genç yaşında çok satan bir roman yazmış, herkesi dehasıyla kendisine hayran bırakmıştır. Ancak şu an 29 yaşına gelmiştir ve yeni bir şey yazamamaktadır. Sadece bir uzun süreli ilişkisi olmuştur, kız arkadaşı da yoktur. Köpeğiyle depresif bir yaşam sürmektedir. Yazmaya başladığı hikayedeki kızdan, Ruby Sparks'dan (Zoe Kazan) etkilenir, rüyalarında Ruby'yi görmeye başlar. Bir gün rüya gerçek olur.

Bu klişe bir hikaye gibi; yazılan şeyin gerçeğe dönüşmesi... Ancak filmin türü fantastik değil, bu nedenle düşlerin gerçek olması sahneleri oldukça eğlenceli. Yazarın kadın olmasından mıdır bilmiyorum ancak naif ve sevimli kısımlar ağır basıyor. Bu da benim filme ısınmamın diğer nedeni oldu. Kolayca Issız Adam'a bağlayabileceği hikayeyi güzelce bağlamış tebrik ederim :-) Özellikle ilk yarıda kahkaha attığım kısımlar oldu.

Filmde görebileceğimiz diğer oyuncular Chris Messina, Annette Bening, Antonio Banderas, Deborah Ann Woll (kısa bir an da olsa True Blood'daki aşkımı görmek beni mutlu etti)

İzlenesi bir film. İlla bir türe dahil etmek gerekirse Romantik Komedi denilebilir. 500 Days of Summer veya Little Miss Sunshine tadında.

Sunday, October 07, 2012

Mim: 5 Şey

Mim olayı Blogların tadı tuzu...

Çantamdaki 5 şey:
  • Kitap: Uyandığında- Hillary Jordan  ve Nook (Tabii ki!!!)
  • Cüzdan (İçinde paradan çok mesai çıkışı topladığım taksi fişleri var ne yazık ki)
  • Bir arkadaşımın hediyesi, sürekli kullandığım not defteri
  • Hırka
  • Radyo dinlemek için telefon kulaklığı

Odamdaki 5 favori şey:
  • Duvarımda asılı kartpostallar; Prag'dan aldığım Alphonse Mucha eserleri 
  • Buffy The Vampire Slayer'ın bir bölümünde diyordu; tüm üniversiteli kızların odasında bu poster vardır diye: Üniversite ruhu için- Klimt - The Kiss tablosunun posteri
  • Üzerinde Mucha resmi olan takı kutusu
  • Anneannemden yadigar, kimbilir kaç yıllık, boyaları ve cilası çıkmış bir kutu. İçinde kolyeler var.
  • Odamda pek bir eşya yok anlaşılan, beşinci bir madde bulamadım.

Bu ay planladığım 5 şey:
  • Fazla çalıştığım dönem biter bitmez film izlemek, sinemaya gitmek
  • Okuduğum kitapları bitirmek, yenilere başlamak, bunlar hakkında Blog'a yazı yazabilmek
  • Ödünç alıp okuduğum bitirdiğim kitabı sahibine iade etmek
  • Tezime tekrar başlamak
  • Bu ay Bayram tatili var! Gezmek ve dinlenmek!
Almak istediğim 5 şey: (Son aylarda "almamak" için uğraşıyorum, bunu geçmeliyim belki de...)
  • İyi Güzel Muhteşem Yarın isimli kitap. E-kitap olarak istiyorum.
  • Sonbaharda giyilebilecek yünlü bir şeyler... Mesela yünlü etek.
  • iPod Deck tarzı bir şey. Hani radyosu, alarmı olan, iPod'umu da koyacak yer olan.
  • Birisine hediye alacağım, ne alacağıma da karar verdim sonunda. (Sonra hediyeyi teslim etmek lazım tabii her şey çok zor görünüyor bana nedense)
  • Tüketimden kaçınmak istiyorum ben yahu. Düşünüyorum düşünüyorum bir şey almak istemiyorum.
Beni mimleyen kişi: http://widfara-badbaht.blogspot.com/ 'un sahibesi... 

Ondan etkilendiğiniz 5 şey:
  • Tanıştığımızda üniversite 2. sınıftaydım. O zaman etkilendiğim şeylerle şuan etkilendiklerimin farklı olması bence çok etkileyici :))
  • Yoga konusundaki tutarlı ve azimli tavrı
  • Savaşçı ruhu ayrıca yıllardır arkadaşı olan insanlara bile "benim planıma uymuyor" diyerek posta koyabilmesi. (İçmek için toplandığımız geceleri vs ima ediyorum burda)
  • Dizi sevdası; Bu aslında önceden beni etkileyen film sevdasının önüne geçtiğinden ne kadar iyi bilemiyorum, tartışalım bunu :))
  • Pembe saçlar tabii kiiii!
Ben de birisini mim'leyeyim, Umarım cevap verir:

http://hayatbirdejavu.blogspot.com/

Sunday, September 30, 2012

Kitap: Pigme - Chuck Palahniuk

Chuck Palahniuk günümüzün sarsıcı yazarlarından. Veya öyleydi. Bir süre sarstı, şu an artçılardan geçiniyor. 

Dövüş Kulübü filmi efsanevi 1999 yılına damgasını vurduğunda hepimizi sallamıştı, koşa koşa gidip bu sistem eleştirisinin kitabını alıp okumuştuk. Sürekli alıntılarla birbirimizi sıktığımız bu anlar ancak 2005 gibi bitebildi. (Benim kişisel tarihimde böyle oldu) Arkasından "Bu adam ne yazsa alır okurum" diyerek her tercüme edilen kitabını almaya başladım. Kaçaklar ve Mülteciler'e kadar... Bu kitapta Chuck abi bize Portland'ı anlatıyordu ve ne yazık ki kitapta Portland'a bir sempati duymamı sağlayacak hiçbir şey yoktu, benim için sıkıcı bir deneyimdi. Zaten tüm kitaplarında aynı şeyleri anlattığını düşünerek okumayı en azından bir süre için bırakmıştım.

Pigme abimizin yeni bir yazım tarzı ve dili denediği bir kitap. Bunu Türkçe çeviriden anlamak çok da mümkün değil. İngilizce okumak lazımmış... "Okuması zor" diyenler olduğunu duymuştum, ancak ben zor bulmadım. Hızlı okudum, az etkilendim. Her zamanki tekrarlar var, yazarın imzası sayılabilecek tarz hissediliyor. Fakat yeni bir söz yok. Ben mi antikapitalizmi yedim bitirdim, yoksa adamın mı yeni sözü kalmadı bilemiyorum.

Pigme'yi okumayanların bir şey kaybedeceğini sanmıyorum. Bunu söylerken aslında üzgünüm çünkü yazarı gerçekten seviyorum. Bunun yerine Tıkanma veya Gösteri Peygamberi 'ni tavsiye ederim. Kitap okumayanlara da "Tıkanma'nın filmi de var" der, kaçarım.

Okumayanlar için spoiler vermek istemem ama sonlara doğru baya kızdığım ve sövdüğüm noktalar oldu. Amerikan eleştirisi diye başlayıp sadece antidepresan kullandıklarını ve WallMart'a takıldıklarını, sığ ve bilgisiz olduklarını söylemek yeni bir şey olmuyor ki? Bunu çok değişik ve güzel bir dille anlatabilmiş değilsin ki yine de kitaba iyi diyelim? Ben bu işi anlamadım. Zaten sonu da sönük. Tek numarası sürekli tekrar eden büyük liderlerden alıntı numarası ki bu espri bir koca romanı benim gözümde kurtarmaya yetmedi.

Alıntı mevzusu için örnek veriyorum:

Benim altını çizmeye değer bulduğum cümle ise şu:

"Başka insanlardan alıntı yapmayı bıraktığın zaman gerçek zekan ortaya çıkar"

Bu anlama gelen bir cümle kurabilmek için birkaç haftadır düşünüyordum ve kitabı okurken bu cümleyi görünce baya etkilendim.


Monday, September 24, 2012

Konser: Beirut - 21 Eylül 2012

Beirut, Balkan enstrümanlarını kullanan, sakin ve hüzünlü olmasına rağmen aslında hareketli müzik yapan bir grup. Akordiyon, ukulele, trompet kullanıyorlar ki günümüzde pek çok sesin elektronik olduğunu düşününce, bu çok seslilik müzik sevenleri mutlu ediyor.

Grubun solistinin hayranı bol. (Şirin tipi nedeniyle herhalde, yoksa ukulele pek seksi bir enstrüman sayılmaz) Kendisi benden 1 yaş küçükmüş bunu öğrenince ben hayran olmaktan vazgeçtim, olgun erkeklerle ilgileniyorum(!) Dinleyince bir Avrupa hatta Balkan grubu sanıyoruz ama adamlar Amerikalı. Dünya gerçekten büyük bir köy olmuş diye sığ bir yorum getireceğim buna. İsteyenler "gloabalizasyonun yerel tadlar üzerindeki sevimsiz etkisi" konulu bir tartışma açabilirler.

Konsere gelirsek... Beirut Türkiye'ye ilk kez gelmiyor. Fakat popülerliğini yeni kazanmış anlaşılan. Biletler tükendi, zaten kapasite az tutulmuştu, karaborsada bilet fiyatları artış gösterdi, kargaşa karmaşa... Kuruçeşme Arena'da olduğu için konser alanına ve organizasyona bir şey diyemiyorum gayet güzeldi. İçeride yemek, içki var, ortam sakin ferah, boğazın kıyısı, manzara var, dönüşte motora binip denizyolu kullanabiliyoruz, harika bir yer. Ve evet, bu harika yer de elimizden alınıyor pek tabii, otel olacak. "Her güzel şeyin bir sonu vardır" sözü ülkemizde "güzel şeylerin ömrü kelebek kadardır" veya "sevinmeye kalkmayın, neşenizi kursağınıza tıkarız" seviyesine inmiş durumda.

Beirut'u dinlemeyi çok seviyorum ancak fazla dinleyince bir süre sonra baygınlık geçirmek, aslında tüm şarkıları tek bir şarkı sanmak mümkün. Bu nedenle sıkıntılı kişilere tavsiye edemem.

Konser güzeldi, ilk defa bir grup Boğaz'a Boğaz dedi. Genelde nehir, dere falan diyorlar. Bundan RCHP konseri yazısında da yakınmıştım. Grubun bir üyesi Türk müziğiyle de ilgilendiklerini söyledi. Güzel bir geceydi, karşılıklı iltifatlar, iki kez bis yapılması derken bitti, evlere dağıldık.

Beirut'un piyasada var olan üç albümünü de tavsiye ederim. Youtube'dan videoları da izlenmeye değer.

Elephant Gun by Beirut on Grooveshark

Monday, September 10, 2012

Konser: Red Hot Chilli Peppers - 8 Eylül 2012

Aylar öncesinde başlayan Red Hot Chilli Peppers heyecanı, bu cumartesi 8 Eylül'de sona erdi. Bu şekilde insanların hasretle beklediği çok az müzik grubu var. Özellikle benim kuşağım için RCHP çok şey ifade ediyor. Yabancı müzik kanallarının ve kliplerin yeni yeni görüldüğü ortaokul-lise yıllarımda RCHP Californication isimli animasyon videosuyla bomba etkisi yaratmıştı. Rock müzik dinleyen dinlemeyen herkesin ilgisini çekmişti. İnternetle yeni tanıştığımızı, İngilizceyi öğrenmeye çalıştığımızı, şarkı sözlerini internetten bulup çıktı alıp tenefüslerde tercüme etmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Bir de tabii tek tek mp3'leri Napster'den bulmaya çalışmalarımızı unutamam.

Bu nostaljik hissiyatla RCHP biletleri çıkar çıkmaz elim kredi kartıma gitti. Kategori 1'den bilet aldım. Konser zamanı yaklaştıkça promosyonlar arttı, bedava biletler, karaborsacılık, bilet arayanlar satmaya çalışanlar, her zamanki gibi "bitti" denilen biletlerin tekrar piyasaya sürülmesi... "Aracınızla gelmeyin, doğru kapıdan girin, izdihama yol açmayın, serevisleri kullanın" gibi eğitici öğretici uyarıları haftalardır sosyal medyadan okuyorduk. Ne zamandır başka konu yoktu kısacası.

Sonunda cumartesi geldi çattı. Konser Santral İstanbul'daydı ve yine alanda içki satışı yoktu. İçkiye düşkün değilim, çoğu zaman konser alanlarında içki içmem, zaten pahalıdır, tuvaletler sıkıntılıdır vs... Fakat birisi gelip bana "içemezsin" dediği anda sigortalarım atıyor. Böyle bir özgürlük kısıtlamasına izin vermemizi aklım almıyor. Bu konuda çok sinirliyim. İçkinin sigaranın zararlarını anlatmak yasaklamaktan geçemez. Zaten yasaklayamıyorsunuz, o "mahallesinde içki içilsin istemeyen" Eyüplüler alanın kapısında 7,5 TL'den bira satıyor, bira tenekeleri yerlerde, millet sokaklarda içiyor. Daha mı hoş şimdi bu manzara? Bu ne saçmalık?!

Herneyse... Arkadaşlarla buluş, önceden bira iç derken saati 18.00-19.00 civarına getirdik. Taksim'deki servis kuyruğunu görünce taksiye binmek istedik. Bu arada alandaki arkadaşımızdan öğrendik ki öngrup Athena çıkmış. Fakat biz taksi bulup, o trafikte alana varana kadar Athena inmişti bile sahneden. Zaten daha önce Athena'yı yeterince izlediğim için üzülmedim buna. Girişte bir izdiham... Bir kargaşa vardı ki sormayın! İtişerek doğru kapıyı bulmaya çalışmalar... Bulduk kapıyı giriyoruz; Ne biletime baktılar ne çantama... İçerde içki satma ama çantamdakinden haberin yok? Ben namuslu vatandaş olarak içeri almazlar diye su bile almamıştım, bu ortamlarda kendimi enayi hissediyorum ister istemez!

Konser 21.30-21.45 gibi başladı. Sahne, müzik, gidişat harikaydı. Şarkı seçimleri de gayet iyiydi, çoğu kişi beklediği birkaç şarkının da çalınmasını arzu etmiş ancak o birkaç şarkı olmasa da olurdu. Normalde herkes RCHP'ın konser performansları için kötü der. Solist rezalet söylüyor, şu oluyor bu oluyor. Öyle bir şey yoktu. İlk kez İstanbul'a gelen bir gruptan beklediğimiz her şeyi verdiler. Ayrıca Türk Bayraklı tişört giyip, İstanbul'a iltifat etme klişesini de uyguladılar. Fakat... Ben aslında sahneyi hiç görmedim ki... Santral İstanbul bu kalabalığı kaldıramadığından tamamen ekranlardan seyrettik konseri. Sadece ben değil, yanımdaki uzun boylu erkek arkadaşlar da göremedi. Benim minikliğimden değil yani bu durum.

Grup elemanlarından Flea'nın "Ezanı çok sevdim her gün duyabilsem keşke" tarzı lafına Egemen Bağış tweet atarak "yaa işte bizim ezan böyledir" tarzında bir cevap verdi. Bunun bir adım ilerisi zaten "Neil Amstrong da Ay'da ezan duymuş" kafası... Gün geçmiyor ki ülkede komik beyanat olmasın. Bir diğer kafama takılan da bu adamların da Boğaz'a "Nehir" demesi. Artık nasıl tanıtımdan uzaksak, Dünya'nın yegane Boğaz'ını öğretememişiz. Yada... Acaba bu da "Türk'ün harikalığı" konulu bir kandırmaca mıydı? Coğrafya dersindeki "Jeopolitik önem" konu başlığı yalan mıydı? Aslında Boğaz bir nehir mi? Yabancılar söyleye söyleye bizim Boğaz olacak bir dere. Kendimden şüphe eder oldum.

Bir şarkıda İlhan Erşahin'i davet ettiler saksafonla eşlik etti. Bu da bizim için gurur verici bir an oldu. Fakat seyirci birasızlıktan mıdır, lise yıllarını unuttuğundan mı, baya ruhsuzdu. Önlerde çıldıran turist izleyiciler dışında dans eden coşan yoktu.

Sonuç: Grup turne kapsamında olduğumuzdan bize de diğer ülkelerle aynı değeri vermiş, sahne, müzik, profesyonellik güzel. Fakat kabalık, sahneyi görememe, alana gidememe alandan çıkamama, sonrasında sosyal medyadaki eleştirilere "Salaklar yurtdışında da kimse eve gidemiyor ne var yani" şeklinde cevap veren organizatörler... Çıkışta normalde 20 TL yazacak mesafeye "kişibaşı 10 TL" isteyen ve müşterileri reddeden taksiciler... Yetersiz otobüs, dolmuş... Mide bulandırdı. Paranla rezil olmak buydu herhalde. Eve geldiğimde yolun büyük kısmını yürümekten belim ağrıyordu. Gece saat 3'tü. Oysa konser 12'de bitmişti.

RHCP da izledik... Bu da tamam. Rock müziksever uslanmaz... Seneye bir de AC/DC rezaleti yaşasak istiyoruz yine de...

Sunday, September 02, 2012

Film: 360

Afişe filmi bir tür Love Actually sanmamızı sağlayacak, insanları yanlış yönlendiren bir slogan yazılmış :( 


Son yıllarda popülerleşen, özellikle Güney Amerika'lı yönetmenlerin başarılı örneklerini ortaya koyduğu "farklı öykülerin kesişmesi, ufak olayların büyük kelebek etkisi" konulu filmlerden biriyle karşı karşıyayız. Bu kez yönetmen Fernando Mirelles, film ise 360. Yönetmenin önceki filmlerinin gölgesinde kaldığından olsa gerek, 2011 filmi olmasına rağmen yeni izleyebiliyoruz.

Fernando Meirelles'in IMDB'deki şirin fotoğrafına güvenip sevimli filmler izleyeceğinizi sanmayın. City Of God ile ödülleri toplayıp, ağızları açık bırakan Fernando abimiz Constant Gardener ile büyük şirketlerin ikiyüzlülüğü konusunu başarılı bir şekilde ele almıştı. Arkasından Jose Saramago 'nun Körlük eserinin uyarlaması geldi: Blindness. Saydığım üç filmin de etkileyici oluşu, yeni film için iyi bir referans oluşturuyordu. Üçünde de yürek burkan, üzen ve isyan ettiren ayrıntılar başarıyla işlenmişti. 360 ise bu çizgiden biraz uzaklaşıyor. Sanki daha umutlu...

Yönetmenimiz 1964 yılı filmi La Ronde'den esinlenmiş. La Ronde'nin Jane Fonda'lı, Anna Karanin'li bir "aşk çemberi" filmi olduğu gözönüne alınırsa, yönetmen konuyu çok başka bir boyuta taşımış diyebiliriz. Filmin daha ilk sahnesinde fahişelik yapmak zorunda kalan Slovak kızla tanışıp gerilmeye başlıyoruz. Kız müşterisine doğru giderken biz de diken üzerindeyiz. Öyle ya, bu tip filmlerde hep acıklı olaylar yaşar karakterler... Herkes pisliktir, suçlu olmaya meyillidir. Burada devreye giren İngiliz müşteri ile başka bir öyküye göz ucuyla bakıyoruz. Derken film yavaş yavaş herkesin birbiriyle ilintili olduğu bir öyküler yumağına dönüyor. 

Karşımıza çıkan hemen her oyuncunun tanıdık olduğunu söylemekte fayda var: Moritz Bleibtreu, Jude Law, Rachel Weisz, Jamel Debbouze, Anthony Hopkins çoğunluğun hayran olduğu isimler. Slovakya kısımları içinse Slovak ve Çek oyuncular yani "yerelde popüler" oyuncular tercih edilmiş.

Güzel bir giriş yapılmış, ilk birkaç öykü hiçbir sıkıntı olmadan birbirine bağlanıyor. Merakla ne olacağını anlamaya çalışıyoruz. İnsanları yargılama konusunda da yeni dersler veriyor. İlk bakışta "Ne iyi aile babası" dediğimiz karakterin "aldatan eş" çıkması veya "pislik mafya" dediğimiz adamın "temiz kalpli aşık" çıkması gibi ufak ters köşeler var. Kimin doğru, kimin yanlış davrandığını düşünürken öyküler düğüm oluyor. Sonlara doğru melodrama iyice yaklaştığımızda ise bize umut vermeye karar veriyor. 

Bir iki kısım havada kalmış, gereksizce monte edilmiş, kıssadan hisse vermek veya büyük oyuncuyu harcamamak adına kesip atılamamış gibi. Gerginlikle beklediğimiz sonuçların hep umutlu hatta mutlu sonlara bağlanması bu tür filmlerde alışkın olmadığımız bir bakış. Üstelik dünyanın pisliğinin bu kadar içinden konulara bulaşıp (mafya, kadın tacirliği, çocuk tacizi gibi) yine de umut vermeye devam etmesi belki de filmin notunun bu kadar düşük olmasının bir nedeni. Rahatsız edici konuların bu kadar etrafından dolanmak, olumlu hisler bırakmak yerine, yönetmeinin cesaretsizliği gibi görünüyor. Yani ne neşe veriyor, ne üzüyor, ortada ve şaşkın bırakıyor seyirciyi.

Filmde geçen "Sadece fakir hayalperestler kitap okur" cümlesi zihnimde yer etti. Filmi bu "öykücük" ile hatırlayacağımı düşünüyorum. IMDB'deki 5.8'lik görece düşük puanına aldırmadan, iyi oyuncular ve iyi yönetmen adına izlenebilir. 

Wednesday, August 15, 2012

Dizi-Mania ve Anger Management

Dizi-Mania sitesini bir arkadaşım kurdu. Arkadaşım bugüne kadar pek çok sitede ve çeşitli yerlerde yazılar yayınlamıştı. Sürekli okuyup öğrenmeye, kendini geliştirmeye ve yazmaya, paylaşmaya devam ediyor. Sonunda kendisine ait bir websitesi olsun istedi. Site tamamen Yabancı Diziler üzerine: Dizi-Mania. Bir süre sonra tek başına yetişememeye başladı. Yazar olarak birkaç arkadaşından da destek alıyor. 

Ben de Charlie Sheen'in yeni dizisi Anger Management üzerine bir yazı yazdım, okuyabilirsiniz.

Bizim yabancı dizi izleme merakımız CNBC-e kanalıyla başladı. Dawson's Creek, Seinfeld, Buffy The Vampire Slayer derken herkesin kendine göre bir zevki oluştu. 2004'de Lost dizisinin etkisiyle, yabancı dizi izleme merakı da çığ gibi büyüdü. Online izleyebildiğiniz platformlar yüzlerce, bunun yanında TV'den kayıt bilgisayara indirebiliyorsunuz. Ben de sinemasız olmaz diyenlerden olmama rağmen, film izleyecek ruh halimde olmadığımda 20 dakikalık bir sitcom veya 40 dakikalık bir dramayı tercih ediyorum. Ayrıca son yıllarda popüler olan pek çok oyuncu dizilerden çıkıyor.

Kısaca, yabancı dizi sevenleri Dizi-Mania'ya alalım... Ben de dizi yazısı yazacağım zaman artık bu blog yerine Dizi-Mania'yı tercih edeceğim.

Monday, August 13, 2012

Kitap: Philippa Gregory - Mahkum Prenses

İngilizce'de Guilty Pleasure dedikleri bir durum var: Bir şey güzel değil, "iyi" değil, ama yine de o şeyi yapmaktan kendini alıkoyamıyorsun. Bazıları için ucuz aşk romanları okumak olur bu, bazıları içinse çikolatalı dondurma veya GDO'lu besinleri yemek... Benim için Amerikan dizileri izlemek ve pembe dizi kıvamındaki romanları okumak bu kategoriye giriyor.

Philippa Gregory 'nin adını ilk olarak Boleyn Kızı ile duydum. Boleyn Kızı çok satan bir kitap oldu, Philippa Teyze aldı yürüdü, romanın bir de Hollywood yıldızlarıyla dolu bir filmi çekildi. Anlamsız bir filmdi, anlamsız bir kitap olacağından da emindim. Yine de içimdeki dürtüye engel olamadım. Baktım bir de okuoku.com tüm kitapları birden indirimli satıyor, aldım gitti... Kitapları benden önce ailedeki diğer kadınlar okudu. Ben fırsat bulup ancak başlayabildim.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu tür kitapların bulunduğu kütüphanelere bile burun kıvırırım, ukalayımdır. Fakat alıp kendi kütüphaneme koyuyorum bunları... Sonra elden çıkarmaya çalışıyorum, arka raflara atıyorum, "ne kadar kalınlar, koyacak yer bulamıyorum kütüphanede yer kalmadı" diye söyleniyorum. İkiyüzlülük değildir de nedir? İşte guilty pleasure mevzusunun gizemli dünyası... Sağolsun Philippa Teyzemiz 6 karılı Henry ve entrika sevdalısı Tudor Hanedanı üzerine 500'er sayfadan yaklaşık 8 kitap yazmış... (Sekiz?!) Semtimizde bir kütüphane olsa veya bu tür şeyler okuyan biri, ödünç alabilsem çok memnun olacağım.

İlk kitap Mahkum Prenses. Neye göre ilk kitap derseniz, olayların tarih sırasına göre ilk kitap...

Edebi olarak hiçbir anlamı olmayan bu kitapta Aragon'lu Katherine isimli, 1485-1536 yıllarında yaşayan İngiliz Kraliçesi anlatılıyor. 500 küsur sayfayı, "acaba ne olacak?" diyerek okuyoruz. Yer yer entrika, aşk, cinsellik gibi bizi sonraki sayfalara taşıyan meraklandırıcılar var. 

Bakmayın aşağılayıp durduğuma, tarihi kurgu çok severim. Bu tip romanlar da dönemin yaşayışını tanımamızı, tarih kitaplarındaki olayları daha net hayal etmemizi sağlayan türdeler. Yazarın tarih alanında uzman olması da bariz hatalar yapmasını veya saçmalamasını engelliyor. Artık işlene işlene suyu çıkarılan Tudor Hanedanı ve VIII. Henry'nin altı karısı The Tudors isimli dizide ve sayısız romanda zaten hayat bulmuştu. 

Meşhur İspanyol kraliçe Isabella ve Kral Ferdinand'ın kızı olan Katherine, İspanya'da doğuyor. O dönem Endülüs Krallığı İspanyolları sinir etmekte, Müslüman etkisi İber Yarımadası'nı sallamaktadır. Ferdinand ve Isebella ise Endülüs'ü işgal edip Müslümanları dağıtmışlar... (Gırnata Emirliği'ni sona erdirmişler, saraylara el koyup hamamlarda takılmaya başlamışlar)

Katherine bu savaş ve mücadele ortamında doğuyor, İngiliz kralının oğlu ile nişanlı ve tamamen İngiliz Kraliçesi olmak üzere yetiştiriliyor.  Arkasından onbeş yaşında İngiltere'ye gelip Prensle evleniyor. Bir bakıyor ki burada ne Müslüman astronomlar, doktorlar var, ne hamamlar var, ne salata var ne sebze var... Neyse biraz alışıp hemen entrika yapayım, hırs yapayım da İngiltere Kraliçesi olayım diye uğraşmaya başlıyor. 

Sadece bu kitap için değil, tüm tarih için düşündüğümde, bu hırsı anlayamıyorum. Nasıl inandırmışlarsa kendilerini "Tanrı beni İngiltere Kraliçesi yaptı" diye... O inançla her şeyi ve herkesi yıkmaya hazırlar. Dönemin şartlarındaki kadınlara üçüncü sınıf muamele, kraliçe bile olsa mevcut. Belki de bu nedenle bu kadar büyük hırsla bir şeyler elde etmeye çalışıyorlar, bilemiyorum.

Kitapta hoşuma gitmeyen şey, aynı bölüm içinde bir Katherine'in iç sesinin, bir dışarıdan üçüncü kişinin anlatımının kullanılması oldu. Katherine olduğunu anlamamız için italik yazılmış. (Hiç sevmem italik) Kralın Boleyn ile olan ilişkisi -diğer kitapları da okumamız için- hızlı geçilmiş. Adeta ne olduğunu anlamıyoruz, başlarda ortalarda normal gidişindeyken, sonunda bir anda toplanıyor kitap. Katherine'e ne olduğu belirsiz. Gidip Google'dan bakmak gerekiyor :-)) Bir de başlarda Katherine'e sempati duydum, fakat sonraları nedensizce "Beni kimse tahtımdan edemez beni buraya Tanrı koydu" diyip durmasının temelini bulamadığım için  karakterin ve hatta tüm kraliyet mensuplarının gerizekalı olduklarını düşünmeye başladım.

Sonuç: Yine de seriye devam edip tüm kitapları okuyacağımı itiraf ediyorum :-(  Bekle beni Boleyn Kızı.

Kitap gülle gibi?!

Saturday, August 11, 2012

Hediyeleşme ve Kitap Kulubu


Üye olduğum bir kitap okuma grubu var: kitappaylasim@googlegroups.com


Hediyeler!


Sohbet ediyoruz, bazen kitaplar hakkında konuşuyoruz, bazen de boş boş geyik yapıyoruz. Fakat ortak payda kitaplar olduğundan, üyeler bu gruptan ve sohbetlerden memnun.

Geçen yıl bir uygulama başladı, denildi ki üyeler aralarında eşleşsin, birbirimize birer kitap gönderelim. Kimin kime kitap göndereceği sürpriz olacaktı. Böylece adresimi verdim beklemeye başladım. Bir süre sonra unuttum gitti bu konuyu. Tam unutmuşken bir paket geldi; içinden güzel bir polisiye kitap çıktı. Çok sevinmiştim. Ben de kendi "eş"leştiğim kişiye kitap göndermiştim. (Benim gönderdiğim yerine ulaşamasa da)

Bu yıl biraz daha farklı bir uygulamaya gidildi. Denildi ki kişiler birbirini bilsin, sürpriz olmasın. Ayrıca bu kez kitaptan farklı olarak, kitapla iyi giden bir hediye daha koyalım; örneğin kahve veya çikolata.

Bana hediye gönderecek kişi Fıstıklı Tombi rumuzuyla bilinen arkadaştı... (Tıklayarak bloguna gidebilirsiniz) 

Dün öğle saatlerinde ofisteki masamda kocaman bir kargo pakedi buldum. Açıyorum, içinden bir şeyler çıkıyor... Açıyorum hala çıkıyor... Çıkarıyorum çıkarıyorum bitmiyor :)))
Anlayacağınız Fıstıklı Tombi beni hediyeye boğmuş. Biraz mahçup oldum. Fakat diğer yandan sadece sanal ortamda birkaç cümle kitap sohbeti yaptığım, tanımadığım bir insanın beni böyle bir sürprizle mutlu etmesi çok hoşuma gitti. İnsanlığa olan inancım arttı diyebilirim. (Hani 9Gag.com'da bazen böyle yayınlar yapıyorlar: Faith in humanity restored yazdıkları şeyler...)

Yine hediyeler... Müthiş bir fotoğrafçıyım (!) 
Bu üç kitabın dışında... Bir paket çikolata, bir rüzgargülü şeklinde şeker, bir paket "Topkapı Sarayı'ndaki kadınlar" temalı magnet, bir paket daha magnet, bir paket Japon Yeşil Çay'ı, bir çok hoş not defteri...
Yine o deftere kıyamayacağım ne yazacağımı bilemeyeceğim büyük ihtimalle. 

Bunun dışında saymadığım ufak tefek şeyler, son olarak da güzel dileklerini ilettiği bir kartpostal.

Bu sıcak hediye için kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Özellikle her kitabın iç kapağına not yazması hoşuma gitti, yıllardır insanlar hediye aldıkları kitapların içlerine el yazılarıyla ufak bir not yazıp, imza atmıyor... Yıllar sonra bakınca o notlar çok değerli oluyor aslında.

Tanımasan da bir insanı mutlu etmek, iyilik yapıp denize atmak ne güzel şey değil mi?






Kitap: Stieg Larsson - Millenium Serisi

Kütüphanemde Milenyum etkisi


Eveeet uzun bir aradan sonra kitaplarla ilgili bir yazı yazabiliyorum. Konumuz Millenium Serisi... Yani komik ve tamlamalardan oluşan 3 kitap: Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız. Bu tamlamaların üçü birleşse mesela Ateşle Oynayarak Koşup Gelip Arı Kovanına Tekme Atıp Kaçan Ejderha Dövmeli ve de Piercingli Kız olsa?Aslında kitapların yarattığı fırtına bu yıl dindi, yine de sinema filmleri sayesinde konu hala sıcak.

1- Ejderha Dövmeli Kız:

Serinin ilk kitabı. Aslında kitabın İsveççe ismi Kadınlardan Nefret Eden Erkekler. Kitapta bu erkeklere pek çok örnek var. İlk kitap olduğundan yavaş yavaş karakterleri tanıyoruz, onlara ısınıyoruz. İsveç'in bir polisiye kültürü var. Gazetelere sansayonel başlıklarla ("Bu yaz İsveç Polisiyesi okumak moda!!")  taşınan bu kültürle Millenium serisi sayesinde tanışabilirsiniz. 

Bence polisiye kitaplar, romantik kitaplardan çok da farklı değil. Neden derseniz, hızla ve iştahla okunuyorlar, ancak çabuk unutuluyorlar. Ejderha Dövmeli Kız'ı iki sene sonra pek hatırlar mıyım bilmiyorum. Genel olarak hatırlasam bile ayrıntılarını, konusunu unutmuş olurum. Örneğin Ejderha Dövmeli Kız'ın ana karakterlerinden olan gazeteci Mikael Blomkvist, romanın bir yerinde Sue Grafton'un bir polisiye kitabını okuyor. Ben Sue Grafton'un Türkçe'ye çevrilen alfabe serisini okumuştum. Hızla ve heyecanla her gün bir kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Fakat kitabın konusunu hiç hatırlamıyorum. Bunun gibi bir şey işte.

Ana karakter Lisbeth Salander hakkında çok konuşuldu. Daha da konuşulur çünkü sıradışı. Adeta içimizdeki isyankarı temsil ediyor. Dövmeli, piercingli, toplum tarafından itilmiş, kimseyle konuşmayan, kendisine zarar verenlere açıkça ve şiddetle ceza veren, kafasındaki ahlak anlayışına göre yaşayan bir kız. Fazla insanla muhatap olmasını gerektirmeyen bilgisayar ve hacker dünyasında mutlu. İlgisini çeken ve merak ettiği işi layıkıyla yerine getirirken, hoşuna gitmeyeni, ona zarar vereni elinin tersiyle itiyor. Parada pulda zaten gözü yok. 

Diğer karakterimiz Mikael Blomkvist ise gazeteci. Millenium isimli haber dergisinde çalışıyor. Dürüst, ahlaklı, adeta "olması gereken tür" bir gazeteci. Diğer yandan kadınlar konusunda oldukça şanslı, karşısına çıkan neredeyse tüm kadınları etkiliyor, kısa süreli saygı sevgi çerçevesinde(!) günübirlik ilişkiler yaşıyor. 

İlk kitabın konusu Mikael'in iş dünyasındaki bir skandalı ortaya çıkarmaya çalışmasıyla başlıyor. Ne yazık ki başarısız olan Mikael cezalandırılıyor ve bu nedenle Millenium dergisinden de ayrılıyor. İnzivaya çekilmeye karar vermişken, bir kasabaya gidip ufak çaplı bir detektiflik işi yapması konusunda teklif alıyor. Teklifin çok yaşlı bir sanayi devinden gelmesi ilgisini çektiğinden kabul ediyor. Uzun süre Lisbeth ile yollarının kesişmesini bekliyoruz. Sonunda buluşup iyi bir ikili oluşturuyorlar ve olayların gizemini bol macera eşliğinde çözüyorlar. 

Bu kitaptaki Lisbeth ve Mikael kimyası çok hoşuma gitti. Mikael'in çapkın, normal ve bilinçli gazeteci tavırlarının, Lisbeth gibi anormal tavırlı birisi tarafından bozguna uğratılması güzeldi. 

2- Ateşle Oynayan Kız:

İlk kitaptaki mide bulandıran ve şaşırtan suçlularla burada da karşılaşıyoruz. Serinin en iyi kitabı olduğunu düşünüyorum, hareketli, heyecanlı. Çoğu insan ve otoriteler de benimle aynı fikirde olmalı, kitap ödül almış. Lisbeth ve Mikael başlarda pek karşılaşmasalar da, Lisbeth'e yöneltilen suçlar, mafyanın ve bürokrasinin kirli oyunları onları bir kez daha birbirine bağlıyor. Lisbeth'in karakteri gelişip, biraz törpüleniyor.

Daha fazla karakterin, düşmanın işin içine girdiği, sürprizlerle karşılaştıran bir kitap.

3- Arı Kovanına Çomak Sokan Kız:

Son kitap... Olaylar bağlanıyor, suçluların cezasını çekmesini istiyoruz fakat Lisbeth bu işlerden nasıl sıyrılacak bilmiyoruz. Başlarda çok fazla karakter olduğundan kafam karıştı. Sonraları ise adeta "önceki bölümü kaçıranlara özet" kıvamında hatırlatmalar işin içine girdi. Bunlara bir de İsveç hukuk ve siyaset sistemiyle ilgili açıklamalar eklenince tempo düştü. Fakat sonlara doğru bir yerde yine toparlanıp şaha kalkıyor ve heyecan tekrar yükseliyor.

Bu kitabı okurken kafama çeşitli sorular takıldı. Nasıl takılmasın? Bir gazeteci, "yaşça küçük kızlarla ilişkiye girdiği ortaya çıkarsa ne yapacağını bilemiyor, bu skandalla yaşayamaz" Bizim ülkemizde olsa ne olur? Hiçbir şey. Olmadı mı? Oldu, okuduk, iki gün "utanmaz adam" dedik, unuttuk, yürüyüp geçtik. Bir "derin devlet" oluşumu ortaya çıkıyor ve değil dönemin başbakanı, günümüzdeki başbakanın bile yüreği ağzına geliyor. Bunlar bizim ülkemizde olmadı mı? Hangi hükümet bu tip skandallardan yara aldı? Daha doğrusu hangisi bu tür skandallar nedeniyle yerinden oldu?

Açıkçası İsveç'in sarsılmaz demokrasi anlayışının anlatıldığı kısımlar beni biraz düşündürdü. Sadece Türkiye ile karşılaştırdığım için değil, genel olarak demokrasi ve sosyal devletin işleyişi beni düşündürdü. Gerçekten Avrupa Birliği'nin ve İsveç'in işleyişi bu kitapta yansıtıldığı gibi midir? Eğer öyleyse aslında onların sisteminde de büyük boşluklar ve işlemezlikler var. Yine de hapishaneye 3-4 aylığına konulan gazetecinin içerde bilgisayarıyla oturması bile kocaman bir anlayış farkı. Bu tip örnekleri okuduğumda Silivri'deki duruşmaların gidişatıyla ilgili endişelerim daha da artıyor. Ayrıca bir skandal ortaya çıkar da hükümet devrilir diye düşünmeleri de beni şaşırtıyor çünkü bizim ülkemizde skandallar hükümetleri yıkmaz, hatta hiç etkilemez. Kitabın bu kısımları bazen inandırıcı bile olmadı benim için. "Neden bu kadar korkuyorlar ki, alttarafı mafya devlet ilişkisi" deyiverdim. İyice kaygısızlaşmamız ne acı değil mi?

Yazar, bu seriyi 10 kitap olarak düşünmüş. Üçüncünün sonunda aslında hikaye bağlanıyor. Ancak sadece ismen geçen birkaç karakter var ve Lisbeth'le Mikael'in özel yaşamları da yeni gelişmelere açık görünüyor. Bunlar da serinin ileriki kitapları için atılmış adımlardır herhalde. Ne yazık ki kitabın yazarı genç yaşta hayatını kaybetti. Burda yine İsveç'in zaman zaman özendiğimiz hukuk anlayışı devreye girdi ve yazarın nikahlı olmayan sevgilisi, kitabın gelirini ve haklarını alabildi. Bunun için bir mücadele vermesi gerekti, bu konuda gazetelerde çıkan haberleri görebilirsiniz, ancak yine de insanın "yıllarını paylaştığı hayat arkadaşının" yok sayılmaması adına önemli bir adımdı.


Kitapları iyi bir polisiye hikaye, ilginç karakterler için okumanızı tavsiye ediyorum, siz de "Kimmiş bu Ejderha Dövmeli Kız?" demekten kurtulun :-) Serinin film uyarlamalarından İsveç versiyonu olan, Lisbeth'i Noomi Rapace'in oynadığı ilk filmi izledim. Diğer filmleri de izleyince yazacağım.

Thursday, August 09, 2012

Kitap: David Nicholls- Bir Soru Bir Aşk

David Nicholls ismini Bir Gün isimli kitapla duyduk. Filminin gösterime girmesiyle birlikte satışları iyice artan bu kitap, uzun süre çok satanlar listelerinde yer almıştı. Hem yabancı bir arkadaşa, hem de anneme tavsiye edebildiğim, pek çok insanın hoşuna gidebilecek türde bir romantik/realist kitaptı.
Kitap Pegasus Yayınlarından... Bu aralar Pegasus kütüphanemde baya yer edinmeye başladı.

Bir Soru Bir Aşk ise Bir Gün'den ayrı olarak bu kadar farklı insanlara hitap edecek türde değil. Bunu gözattığım çeşitli bloglardaki okuyucuların olumsuz yorumları nedeniyle söylüyorum: Beklentiyi Bir Gün'e göre ayarlamamalısınız.

Belirtmek gerekiyor ki kitap Türkçe'ye Bir Gün'ün çok satmasının rüzgarıyla kazandırılmış olsa da, Bir Gün'den önce kaleme alınmış: Yazarın ilk kitabı ve 2003 tarihli. Bir Gün ise 2009 tarihliydi. Tarzları farklı. Dikkatimi çeken bir diğer konu ise kitabın orijinal ismiyle Türkçe'sinin farklı oluşu. İlk önce yine sinema filmlerindeki gibi abuk subuk isimlendirme hevesine kurban gittiğini düşündüm. Ancak sonra asıl ismin Türk okura pek bir şey ifade etmeyeceğini fark ettim. Aynı nedenle Amerika'da da farklı isimle yayınlanmış. Kitabın İngiltere'de yayınlanan ismi Starter For Ten (10 için başlangıç veya 10 puan için başlangıç denilebilir sanırım). Bu da kitapta da büyük yeri olan Üniversitelerarası Bilgi Yarışması'nın 10 puanlık ilk sorusuna gönderme yapıyor.

Kitabın arka kapağında "Yeni Nick Hornby geliyor" gibi yorumlar aldığı yazıyor. Bu yorumlar doğru sayılabilir. İki yazar da İngiliz, ikisi de genç, müziksever ve olaylara toplumun genelinden biraz daha farklı bakabilen değişik karakterleri mizahi dille yazıyor. Hatta -Bir Gün için böyle diyemem ama- Bir Soru Bir Aşk için neredeyse Nick Hornby'den etkilenmiş bile diyebiliriz. Kitap bana Ayrıntı Yayınlarından okuduğum, fakat isimlerini unuttuğum gençliği ve bol bol rock müziği içeren kitapları anımsattı. Bu tür kitapları çok sevdiğim için, bana göre her şey güzel.

Kitabın konusuna gelelim: Brian isimli arkadaşımız işçi sınıfına mensup, tek silahı inekliği olan bir öğrencidir. Üniversitede İngiliz Edebiyatı okumak üzere farklı bir şehire gider. En büyük hayali ise TV'de yayınlanan Üniversitelerarası Bilgi Yarışması'na katılmak ve tabii yarışmayı kazanmaktır. Karizmatik olduğunu düşündüğü uzun uzun cümleler kurar, edebiyatçı olma hevesiyle şiirler yazar, kızların yanında rahat davranabilmek için içip sarhoş olur, aynada sivilcelerini sıkar, bol bol hayranı olduğu şarkıcıları dinler. Bildiğimiz üniversite öğrencisi işte! Buna 80'ler nostaljisi ve İngiliz stili espriler de eklenince çok eğlenceli bir metin ortaya çıkmış.

Kitapta "Marksist zeki Yahudi kız", "üst sınıfa mensup çok güzel vicdansız kız" gibi klişe karakterler olsa da, hangimiz bir pazar günümüzü bu tip karakterleri içeren bir romantik komediye harcamadık ki?

Yazar, ilk romanı olduğundan, otobiyografik öğeleri kullanmış. Kendisinin de böyle ukala bir edebiyat öğrencisi olduğunu söylüyor. Ayrıca Amerikan film endüstrisinde üniversite gençliğiyle ilgili filmler olmasına rağmen, İngiltere'de olmayışını bir eksiklik olarak görmüş. Kendisi de 80'lerde üniversite okuduğu için, bildiği sularda yüzmeyi tercih etmiş. (Hatırlarsanız Bir Gün de 1980'lerden günümüze uzanan bir hikayeydi)

David Nicholls uzun süre BBC'ye edebiyat uyarlamaları yapmış, bir dönem oyunculuğu denemiş, kısacası sinema-TV ile yakın ilişkili bir yazar. Bu kitap da filme uyarlanmış. Uyarlamayı da yapan yazarın ta kendisi olduğundan, izlemek için can atıyorum. 2006 tarihli filmde başrollerde o dönem yeni parlayan James McAvoy ve Rebecca Hall var. Hattaaaa filmde şu aralar Sherlock Holmes olarak gördüğümüz Benedict Cumberbatch de var! Umarım filmi kısa süre içinde bulup izleyebilirim...

Kitap güzel bir gençlik romanı, fazlası değil, ama bu tip kitaplara da ihtiyacım var. Güzel bir alternatif.


Sunday, August 05, 2012

Film: Dark Knight Rises- Batman'de son nokta

Ufak tefek de olsa filmi izlememişler için bilgiler yer alıyor...
Efsane bitti demişler, Dark Knight Rises başlığı biraz çelişmemiş mi? anlamadım ben


Yönetmen Christopher Nolan Memento filmiyle sohbet ortamlarına bomba gibi düştüğünde sene 2000'di.  Sonraki filmlerinde de iyi oyuncularla şaşırtmacalı senaryoları birleştirip izleyicinin salondan mutlu ayrılmasını sağladı. Filmleri üzerine uzun uzun konuşuldu. (Bakınız The Prestige, Inception) Yönetmen Batman'e el atıp Batman Begins ile süper kahraman filmlerine farklı bir bakış açısı getirdiğinde ise kendisi de iyice kahramanlaşmış, kültleşmişti.

Arkasından Batman Dark Knight geldi... Çığır açtığı söylenebilir. Harika bir Joker karakteri, oyuncu Heath Ledger'in trajik ölümü, Oscar tartışmaları, filmdeki Joker'in sistem eleştirisi "özünde iyi insan" düşman olması gibi konular bizi aylarca oyaladı. Hala Joker tişörtleri ve posterleri sokaklarda bizi selamlıyor, iyi karakter Batman yerine kötü adam Joker tercih ediliyor. Çıta yükseldi, beklentiler arttı.

Nolan'ın son Batman filmini IMAX ile çekmesi ile yönetmen için sürekli söylenen "adamda mühendis yaklaşımı var" teziyle birleşti. "CGI yerine bir sürü figüran kullanıldı" açıklamasıyla beklentiler zirve yaptı. Filmin Amerika galalarından birinde manyak bir arkadaş eline silah alıp bir sürü insanı öldürdü, önceki filmdeki "Joker'in oyuncusu filme kendini çok kaptırıp yıpranıp ölüverdi" dedikodularına yeni bir trajedi eklendi. Film geçen haftasonu gösterime girdi. IMAX gösterim yapan İstinye Park'taki sinema için 4 Ağustos'taki gösterime 31 Temmuz'da bilet alırken salondaki "en iyi yerler" çoktan tükenmişti. Bunlar filmin oluşturduğu genel havanın bir özeti. Karşımızda aylardır beklenen, ilgiyle izlenen bir film var. Uzun süredir konuşuluyor, bir süre daha konuşulacaktır.

Ama... Ne yazık ki Inception'da olduğu gibi "Abi sen o sahneyi anladın mı?" veya Dark Knight'taki gibi "Bence kötü adam haklıydı" gibi bizi uzun süre meşgul edebilecek konular veremedi. Kısacası beklentilerin altında kaldı. IMDB puanı şu an Dark Knight ile aynı, 8.9 olmasına rağmen muhtemelen bir süre sonra düşerek normal bir seviyeye inecek, daha zekice veya daha güzel aksiyon sahneleri olan bir film onun yerini alacak. 

Amacım kalabalığın eleştirileriyle gaza gelip "Aslında 3 saat gözümü kırpmadan izledim ama salondan çıkınca baktım herkes çamur atıyor, ben de saydırayım" değil. Sayıca çok film izlememe rağmen teknik/teorik bilgim sınırlı, eleştirmen de değilim. Fakat birkaç seneyi bırakın birkaç ay sonra aklımızdaki yerini bulamayacağımız bir film bu.

Çok güzel bir açılış sahnesine sahip, bir önceki filmdeki Joker'in banka soygunu kadar ilginç ve şaşırtıcı değilse de, IMAX sayesinde görsel olarak harika, Hans Zimmer'in müzikleri sayesinde heyecan dolu. Ayrıca "kötü adam"la bizi tanıştırıyor. Burada da Joker gibi bir beklentiye girmemizi sağlıyor. Kötü adam Bane'in yardımcıları adeta Müslüman Cihad'çılar gibi "ölmeye ölmeye ölmeye geldik" kafasında, adanmışlıkla dolu kişiler. Haliyle ilerleyen sahnelerde bu adamların "kendilerince" ulvi bir amaçları olduğunu sanıyoruz. Fakat film ilerliyor, ilerliyor, Bane'in amacının altı bomboş kalıyor. Neredeyse "aşkından yapmış"a bağlayacaklarken kenarından dönüyorlar, onu bile mantıklı bulabilirdik, biraz daha altını doldurabilselerdi.

Yine filmin başlarında, Miranda Tate ile tanışıyoruz. Batman inzivaya çekilmiştir, şirketiyle bile ilgilenmemektedir. Bu arada Miranda adlı etraftakilerin "ya şu kızı bizim Bruce'a ayarlasak, hem iş kadını hem de güzel" dediği Marion Cotillard'ın karakteri devreye giriyor. Miranda bir şekilde Bruce'a ulaşıp, sermaye ortaklığı ile çevre dostu projelere imza atmak istemektedir. Bizim "iyi adamlar" o kadar iyiler ki, Miranda bu paraları nasıl bulmuş, Miranda necidir, anası babası ne iş yapar falan hiç ilgilenmiyorlar, gül yüzünün hatrına şirketi veriyorlar, bütün sırlarını açıklıyorlar. Bu noktada spoiler verdiğimi falan düşünmüyorum, çünkü filmi izlerken "bu kadın neci, kimlerle ne iş yapıyor" gibi soru işaretleri oluşuyor zaten. Hiçbir şekilde güven yaratmadığı yetmezmiş gibi bir de Bruce'la aşk ilişkisi geliştirtilmeye çalışılmış, Bruce kadından hiç etkilenmiş görünmemesine rağmen sonlarda "seni unutmayacağım" diyor, "onu kurtarmak için her şeyi yaparım" kafasında ilerliyor. Şaşırtan ve hiç fena olmayan Kedi Kadın karakteriyle olan ufak flörtleri çok daha inandırıcı olduğundan, Kedi Kadın'ın "hırsız ama özünde iyi insan, adeta çağımızın Robin Hood'u" tavırları sevimli görünüyor.

Batman inzivada, Bruce Wayne acı çekiyor, eski aşkını düşünüyor, babası gibi olan Alfred ne kadar nutuk atarsa atsın kararlarından ve depresyonundan dönmüyor. Michael Caine Alfred rolünde döktürüyor, gözyaşlarını döküyor, yine de Bruce onun lafına gelmiyor. Fakat azimli polis memuru bir doz "yetim çocuk hikayesi" sununca birden gaza geliyor, gidip Gary Oldman'ı, pardon Gordon'ı buluyor, işe koyuluyor. 

Bunlar tüm filmlerde olan klişeler mi? Evet, öyle, fakat böyle büyük bir filmde sırıtıyor. Parayı dök, oyunculukları zirveye çıkar, her şey mükemmel, diyaloglarda inandırıcılığı kaybet... 

Bir diğer sıkıntı da "son anda" mevzusu. Artık  "bombanın patlamasına saniyeler kala doğru kabloyu kesmek" bizlere yetmiyor. Daha iyisini o kadar çok gördük ki, gişede çılgın atsın, yapımcı şirketi zengin etsin, McDonalds oyuncaklarını versin diye çekilen filmlerde bu numaralar karın doyurmuyor. 

Kötü adam Bane- Tom Hardy

Film boyunca "nükleer bomba" ve bunun sahibi çapulcu terörist Bane gerilimi yükseltiyor. Bane'in Gotham işgalinde eski düşman Scarecrow bile kendine bir yer bulmuş, anarşizme benzeyen fakat aslında bir diğer Amerikan anarşizm karikatürü olan düzensizlikte ceza kesici olmuş. Burada artık sinirlenemiyorum bile, anarşizmin, kapitalizm eleştirisinin böyle büyük filmlerde bu şekilde yapılmayacağını, yapılamayacağını, bir şekilde düzen yanlısı bir sona bağlayacaklarını biliyorum. Zaten "bu düzenin yerine ne gelebilir?" sorusunun yanıtı teoride bile tam açıklığa kavuşmamışken bunu bir "eğlence filmi çeken yönetmen"den beklemek ne kadar doğru? Bane hedefsiz bir terörist. İnsanları özgürleştirdiğini iddia ediyor, zenginleri kaldıkları otellerden sokağa atıp, insanların evlerini işgal ediyor, hatta Wall Street'i işgal ediyor, filmlerdeki anaşizm=servet düşmanlığı klişesini sonuna kadar savunuyor.  Bunlar hedefsizliği ve filmin gerilim unsuru olan o büyük "nükleer bomba"nın yarattığı baskıyla iyice amaçsızlaşıyor.

Bombanın filmin sonunda "patlaması" yani yine kafalarda soru işareti bırakması en kötü hayal kırıklığı. İyi polislerin emir komuta zinciri ve bürokrasi nedeniyle çaresiz kalması, "Bana Başkan'ı bağlayın" diyen zavallı komutan filmdeki yegane düzen eleştirileri olmuş. Ha, filmin kalitesini inkar etmek istemiyorum çünkü bu altmetinleri gözümüze sokarak ucuzlaştırmış değil, hatta Nolan'ın neyi ne bilinçle yaptığından bile tam emin olamıyoruz. 

3 saat boyunca güzel müzik, güzel görüntüler, birkaç patlama, birkaç dövüş, güzel kadınlar, karizmatik adamlar, yıldızlar geçidi izleyerek tatmin olmaya çalışıyoruz. Haftasonunu değerlendirmek için iyi bir seçenek, temiz bir film. Ama elinizde kolanız ve patlamış mısırınızla izleyeceğiniz ve birkaç ay sonra unutacağınız bir film. Bir de benim gibi film boyunca nükleer bombaları ve onların kilometrelerce ve nesillerce öteye etki eden güçlerini düşünmemelisiniz.

Efsane değil. Bir de sonunu "devam filmi olabilir" hissiyle bağlamadan duramıyor mu bu yönetmenler? Yapım şirketleri bu kadar mı muhtaç kalmış yeni konulara?