Wednesday, June 27, 2012

Haziran Filmleri

Bu aralar izlediklerim; izleme sırama göre yazıyorum:

1- Another Earth:
Uzun süredir listemdeydi. Biraz daha "bilim-kurgu" olmasını bekliyordum. Ancak bildiğimiz "bağımsız film" klasmanına uyan bir filmle karşılaştım. Film Ekimi listemde de yer alan filmin yönetmeni Mike Cahill. Başroldeki Brit Marling, filmin senaryosunda da pay sahibi. Bir diğer oyuncu da William Mapother, kendisini Lost dizisinden hatırlıyoruz. Lost dizisindeki antipatik ve korkutucu haliyle aklımda yer etti, bu filmde de sürekli kötülük bekledim ondan!
"Başka bir dünya mümkün" sloganını hatırladım...

Filmin konusuna gelince... Dünyanın gökyüzüne bakınca görünebilecek kadar yakınında, ikinci bir dünya ortaya çıkar. Earth 2 adı verilen bu dünya, bizimkinin tıpatıp aynısıdır. Rhoda isimli kızın hayatından bakarak, bu ikinci dünyanın insanlar üzerindeki etkilerini inceliyoruz.  Filmde geri alınamayacak bir hata yapan insanın pişmanlığı anlatılıyor, oldukça acıklı bir durum. Bunu bunaltıcı bir dram olarak işlememişler, konuya biraz daha farklı bir açıdan bakmışlar, bu nedenle ilginç olduğunu söyleyebilirim. Bazı yerlerde, yine 2011 filmi olan Melancholia ile benzerliklerinden bahsedilmiş. Evet, bazı benzerlikleri var, ancak Melancholia gibi anlaşılmaz bir şiirsel felaket filmi değil, gerçekçi ve dünyadaki acılara yoğunlaşmış bir film. Biraz kasvetli sayılabilir...

2- Repo! The Genetic Opera:
Tuhaf bir film. Gerçekten ne yorum yapacağımı bilmiyorum. Repo Man isimli Jude Law filmiyle karışmaması için Repo! ismini koymuşlar diye düşünüyorum, çünkü bu filmin de başrolünde bir Repo Man var... Filmin yönetmeni daha önce Testere (Saw) II, III, IV'ü çekmiş. DVD'sinde bu ibareleri görüp, bir de koyu renk kapağa kanarsanız, bizim gibi yanılırsınız: Bu film korku filmi değil. 
Sarah Brightman ne yaptın sen?

Korku filmleri beni tiksindirir ve korkutur. Bu nedenle filmi izlemeden önce kendimi sık sık gözlerimi kapatmaya hazırlanmıştım. Fakat ilk sahnelerde çizgi romanımsı bir görüntüyle karşılaştım. Çizgi roman sevdiğim için "izlemeye devam" dedim. Bir sonraki sahnede opera söylemeye başladılar. "Demek operaymış, müzikal severim, izlemeye devam" dedim. Arkasından saçma sapan diyaloglar başladı, Anthony Head sahnede göründü. "Absürd komedi herhalde, Anthony Head iyi adamdır, ne de olsa Buffy The Vampire Slayer'ın akıl hocası" dedim... Böyle böyle kendimi avuta avuta ancak 15 dakika geçirebildim. Sonrasında güleyim mi ağlayayım mı ne yapayım bilemedim. Meraktan sonunda kadar izledim üstelik!

Oyuncular arasında Paris Hilton, Sarah Brightman, Alexa Vega, Anthony Head var. Sarah Brightman'ı nasıl ikna etmişler, öğrenmek isterim gerçekten. Meraktan veya dalga geçmek için izleyebilirsiniz ancak hiçbir beklentiniz olmamalı, eliniz de sürekli "ileri sarma" tuşuna yakın olmalı. Gotik, operamsı, müzikal, klişe, ciddiyse çok komik şakaysa hiç komik değil.

3- Dark Shadows:

Tim Burton yeni film çekince, ister istemez merak ediyoruz. Artık tekrarlamaktan sıkıldığımız klişesiyle birlikte koşarak geliyor yeni film: Başrolde Johnny Depp var, oyuncular arasında Helena Bonham Carter var, bol bol gotik makyaj, tuhaf karakter var... Kısaca bu bir Tim Burton filmi...

Son filmlerinde, özellikle Alice in Wonderland'de hayal kırıklığı yaratan Burton'un bu filmi için kötü diyemem. (IMDB'de neredeyse Repo! kadar oy almış olmasını da, Burton isminin insanlarda yarattığı yüksek beklentiye veriyorum) Hatta, bunu olumlu bir şey olarak söylüyorum: filmde bir Beetle Juice havası var denilebilir. (En azından komedi unsuru ve bol büyülü havası itibariyle) 

Filmde havada kalan bir şeyler var... Johnny Depp'i makyajlı ve abartılı tavırlı haliyle rol yaparken görmekten bıktıysanız (benim gibi) bu film fena değil. Johnny daha iyi durumda. Eva Green ise harika. Neredeyse film onun için izlenir. Diğer oyuncular Michelle Pfeiffer, Helena Bonham Carter, Jackie Earle Haley (Korkunç rollerden kurtulmasına sevindim), Chloë Grace Moretz, sırıtmıyor, ancak kendilerine hayran bıraktıkları da söylenemez. Artık makyajlı Johnny Depp görmekten sıkıldığımdan, neredeyse tamamen Eva Green'i izledim diyebilirim. Zaten filmin çekimleri sırasında yakınlaştıkları ve Johnny Depp'in 14 yıllık sevgilisi, çocuklarının anası Venesa Paradis'den Eva Green nedeniyle ayrıldığı söyleniyordu. (Şimdi de Amber Heard yüzünden ayrıldılar deniliyor?)

Filmin saçmalığı baştan mantık hatası yapması: gerçekten tipsiz olan Johnny Depp'in inanılmaz yakışıklı olarak tanımlanması, Eva Green gibi mükemmel bir kadını bu tipsiz arkadaşın reddetmesi. Konu bunun üzerine kurulmuş ve bence baştan itibaren inandırıcılıktan uzak. Yine de izlenebilir bir film (belki DVD tercih edilir) Rock müzik ve konuk oyuncu olarak Alice Cooper da cabası...



Bu arada artık 50 yaşına gelen Brad Pitt ve Johnny Depp'i halen çok yakışıklı bulan kadınları anlayamıyorum, hala eski fotoğraflarına mı bakıyorsunuz adamların?

Thursday, June 21, 2012

Pek Yakında: Anna Karenina

Anna rolünde Keira... Zaten dönem filmlerinin vazgeçilmez ismi

Tolstoy'u çok severim. Anna Karenina'yı daha da çok severim. Hatta bu iki isim benim için o kadar çok şey ifade ediyor ki, üzerine yazı yazmaya çekiniyorum. "Tolstoy gibi bir isim için ben ne diyebilirim ki?" diyorum kendi kendime. Geçenlerde gördüğüm bir resim sergisinde Tolstoy'un resmi önünde durduğum, o'nun cümlelerini düşündüğüm anı hatırlıyorum... "Yok, yazamam ben Tolstoy hakkında" diyorum bir kez daha.


Kel ve göbekli Jude Law artık amca rollerinde. Yakında "ikinci bahar, orta yaş aşkı" filmleri de çeker mi acaba?


Peki ya Anna Karenina? Giriş cümlesi binlerce kez alıntılanan büyük eser:
Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Anna'yı sıradan aldatan kadın olarak görenler, Anna ve yasak aşkına odaklanıp Levin ve Kitty'yi gözden kaçıranlar... Her birine karşı durmak isterim, onlara tekrar tekrar romandaki alt metinleri anlamaya çalışmalarını salık veririm. Veya... "Ben o kocaman iki cilt kitabı okuyamam, Sophie Marceau'lu 1997 versiyonu eskidi artık, hatta baksanıza, o filmde Vronsky rolündeki Sean Bean artık Game of Thrones ile anılıyor, iyice yaşlı amca oldu" diyenlere yeni bir film uyarlamasını önerebilirim.

Joe Wright daha önce Atonement (2007) ve Pride & Prejudice gibi iki büyük edebi eser uyarlamasına imza atan yönetmen... Her iki filmde de başrolde Keira Knightley vardı. Anna Karenina uyarlamasını filme çekeceğini duyduğumda sevinmiştim. Ortaya çıkacak filmde tabii eksikler olacaktı, ancak harika bir film olacağına da emindim.

Bugün Anna Karenina'nın fragmanı yayınlandı. Anna rolünde Keira varken, kocası rolünde Jude Law var. (Jude Law'ı mümkün olduğunca çirkinleştirmeleri ve sevimsizleştirmeleri gerekmiştir malum...) Yuva yıkan Vronsky ise Aaron Johnson. (Aaron'u Nowhere Boy filminde John Lennon rolünde izlemiştik :) Aaron da Brit Rock'çılıktan Rus çapkınına geçerken saçlarını papatya suyuna bulamış.


Nowhere Boy'dan beri yükselen Aaron, bu filmden sonra iyice tanınacak herhalde?

Filmin, bu üçgene yoğunlaşacağını, benim aslında daha önemli bulduğum Levin ve Kitty ilişkisine teğet geçeceğini bile bile merakla ve hevesle bekliyorum. Ne yazık ki İngiltere'de gösterime giriş tarihi Eylül olduğundan, daha önümde aylar var...

Heyecanla bekliyorum!




Monday, June 18, 2012

Sergiler: The Great Masters ve Goya, Zamanının Tanığı

17 Haziran Pazar Günü Babalar Günü sayesinde babaların sergileri bedava gezebildiği bir gündü. Ben de babamla sergi yollarına düştüm. İlk sergimiz Tophane'deydi: The Great Masters.

Tophane-i Amire'deki (MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi) sergi 1 Haziran – 31 Temmuz 2012 tarihleri arasında gezilebilir. Sergi "And There Was Light" isimli serginin Türkiye'yi ziyareti aslında... Bundan önceki Van Gogh Alive gibi, eserlerin orijinallerini göremediğimiz, interaktif bir sergi. Sergide 16. yy İtalya'sına gidiyoruz. Da Vinci, Michalengelo ve Raphael'in dünyasına adım atıyoruz. Sergiyi kapıda kimlik karşılığı edindiğimiz kulaklıklar olmadan takip etmek mümkün değil. Her sergilenen objenin yanında ufak ekranlar var, kulaklığınıza bağlı uzaktan kumandayı ekrana tutarak kulaklığı aktive ediyorsunuz. 

Sizler için uzaktan kumandayı ve küçük ekranı kırmızıyla işaretledim.  Paint'im canım benim


Serginin güzel bir belgeseli izlemek gibi olduğunu söyleyebilirim. Kesinlikle Van Gogh'dan daha başarılı, interaktif kısımlar da iyi. Sanata meraklı çocuklar için çok yararlı. Örneğin Da Vinci'nin insanın ideal ölçülerini anlatmak için kullandığı Meşhur Vitruvius Adamı resminin içine kendinizi yerleştirip, ideal olup olmadığınıza bakabilir, fotoğraf çektirebilirsiniz. Yine Da Vinci'nin daha iyi resim çizebilmek adına insan vücudunu incelemek için yaptırdığı tamamı aynalı oda'nın bir benzerine girebilirsiniz. (Değişik bir deneyim, yine fotoğraf çekmek için ideal) Bunlardan başka, Michelangelo'nun Davud heykelinin bir kopyası var. Benim fotoğrafta gözlerimi dikip baktığım şey de bu 5 metrelik devasa heykel replikası.

Bu sergiden çıkınca, Taksim'e doğru yola koyulduk. Pera'daki Goya, Zamanının Tanığı Sergisi'ne de uğramak istemiştik. Burada da Babalar Günü indirimi vardı. Babamdan bilet parası almadılar, ben de öğrenci indirimi ile 5 TL verdim. Müzelerin kısa süreli sergilerinin bilet fiyatları ucuz oluyor. Sergi 20 Nisan-29 Temmuz 2012 tarihleri arasında burada.

Sergi Afişi
 
Rönesans İtalya'sından 1800'lerin İspanya'sına geçiş yapmış olduk. Goya 1746'da doğmuş. Bu tarihlerde artık Engizisyon kalmayacağını, dünyanın biraz daha özgürlüğe yaklaştığını sanırdım. Oysa İspanya'da durum farklıymış, Goya pek çok eserindeki eleştirel tutumunu Engizisyon korkusuyla sembollerin ardına gizlemiş. Goya'nın saray ressamı olduğu, sarayın halı desencisi olduğu, sağır olduktan sonra depresif olduğu ve maddi zorluklar içinde olduğu değişik dönemlere ait gravürler ve yağlı boya tablolar mevcut. Daha çok gravür ağırlıklı; bütün bir seri gravürü görüp, Goya'nın eleştirel yüzünü izleyebilmek benim için güzeldi. (Din, evlilik, savaş, boğa güreşi gibi pek çok farklı konuda çizmiş) Sergiden önce Goya benim için sadece Çocuklarını Yiyen Saturn'den ibaretken, şimdi çok daha derin bakabiliyorum.


Monday, June 11, 2012

Gösteri: Madonna - MDNA Konseri

MDNA

Şimdiye kadar gittiğim konserleri, izlediğim gösterileri say say bitiremem. Birçok etkinlikle binlerce insanlar birlikte heyecanlandım, neşelendim, hoplayıp zıpladım. Özellikle konserler söz konusuysa, son 10 yılda gidip görmediğim “büyük etkinlik” sayılıdır. “Büyük etkinlik”ten kastım; onbinlerce kişinin katıldığı, basının yoğun ilgisini çeken, sosyal ortamlarda sürekli sohbet konusu olan, maliyeti büyük, “Türkiye’de ilk” denilebilecek etkinliklerdir...

Bunlara katılıyor olmak hava atacak bir şey olmadığı gibi, zaman zaman kendimi de yargılamama neden olabiliyor. Örneğin “bu kadar çok organizasyona katılmak zorunda mıyım? Daha seçici olup, sadece çok ilgimi çeken etkinliklere katılsam? Organizatörlerin kar kaynağı ben miyim? “ gibi sorular soruyorum kendime bazen. Çünkü gerçekten birkaç yıl içinde bu anıları unutuyorum, geriye tortuları kalıyor. 1999’da gittiğim Metallica konseri hala hatırımdayken, 2005’de Rock Istanbul Festivali’nde Megadeth’i izlediğimi sürekli unutuyorum.

7 Haziran Perşembe de bir diğer “mühim etkinlik” vardı: Madonna konseri. Son albümü MDNA’in turnesi kapsamında 19 yıl sonra ilk kez İstanbul’da konser verdi. Stadyum konserlerine olan merakım nedeniyle, normalde Madonna dinlememe rağmen koşup gittim.

Stadyum konserlerine bayılırım, bunlar coşkunun paylaşıldığı, kalabalığın gücünü hissettiğim anlar oluyor. Ancak şimdiye kadar hep tribünde izlemiştim. Bu kez saha içindeydim. Tribündeki arkadaşlarım ses düzeninde şikayetçiydi. Saha içinde seste sorun yoktu. Saha içinde konser izlemek için ya erkenden gidip iyi bir yer kapmak lazım, ya da selvi boylu olmak lazım. Ben ikisinden de uzak olduğumdan, sahneyi çok iyi göremedim. Diyeceksiniz ki "büyük ekranlardan takip etseydin". Haklısınız fakat ekranları bile çok iyi göremediğim zamanlar oldu.

Madonna'ya en büyük eleştiri şarkıları az söylemesi, playback yapması. Evet bu doğru, fakat kendisinin bizi kandırdığı yok, çoğu zaman "söylüyor gibi" bile yapmıyor, dansına devam ediyor. Zannetmiyorum ki böyle "Ben en iyi şarkıcıyım" iddiası olsun... Sahnede sürekli izleyecek bir şey var, sürekli aksiyon, hareket. Birçok dansçının arasında Madonna'nın sevgilisi de var, oğlu da...

Oldukça provakatif bu şov... İzlerken "rahatsız" olabilecek dar görüşlü insanlar vardır eminim. Cinsel, erotik imalar bol, dinsel temalar daha da bol. Katolik ayini gibi başlayan konser, Bask dilinde bir şarkıyla devam edip, sevişen bir çifti gösterdikten sonra Buda'ya bağlanabiliyor. Tam şaşırırken havadan iplerle bağlı dansçılar iniyor, ona bakarken Madonna'nın ip üstünde yürüdüğünü görüyorsunuz. Sürekli değişen sahne dekorunda, çok çalışılmış ve hiç sekmeyen bir kareografi sergileniyor. Madonna kah bir otel odasında suikastçilerle dövüşüyor, kah sevgilisiyle erotik bir dans sergiliyor. (bir ara bir göğsünü de gösterdi hatta atlamayalım...)

Etraftaki afişlerini görmüşsünüzdür, yakında Cirque du Soleil tekrar ülkemize gelecek. Konserden çıktığımda "Onları izlememe gerek kalmadı, zaten sirk tadında büyük bir sahne gösterisi izledim" demiştim. Gerçekten desteksiz attığım bu varsayım doğruymuş. Hürriyet'in haberine göre zaten Madonna'nın sahne şovunu tasarlayan adamla Cirque du Soleil'in kreatif direktörü aynıymış. Madonna bu isimle ilk olarak Super Bowl gösterisinde çalışmış ki ben de Youtube'da Super Bowl gösterisini izledikten sonra konsere bilet almaya karar vermiştim.

Türkiye'de bu tür büyük maliyetli ve üzerinde çok çok çalışılmış gösterileri kolay kolay izleyemiyoruz. Bu nedenle bu cesur gösteriyi izlemek hoşuma gitti. Gösteriden sonra mahşer yeri gibi kalabalıkla birlikte metroya sürüklendim. İçeride etrafıma şöyle bir baktığımda, hepimizde çoluk çocuk, genç yaşlı, hep birlikte bir etkinliğe katılmış olmanın tatlı heyecanının olduğunu hissettim.

Metallica veya Bon Jovi'nin verdiği müzikal doyumu veremese de, görsel olarak tatmin edici bir şovdu. Bu tür iddialı gösterileri bol bol izlemeyi diliyorum. Bizim sanatçılarımızın da en azından birkaç farklı kıyafet değiştirmeyi akıl etmelerini rica ediyorum. Şimdiye kadar Hayko Cepkin dışında "görsel şov" yapmaya çalışan kimi gördük ki? (Gören varsa hatırlatsın)


53 yaşında adeta bir liseli- Foto.yu NTVMSNBC.com'dan aldım

Yazla birlikte artmaya başlayan ufak tefek depremleri, dinci kesim Madonna'ya bağlamış. Sonrasında Madonna'nın gittiği Ortaköy mekanları daha da popülerleşmiş... Madonna ne kadar para aldı, sevgilisi kendisinden kaç yaş küçük gibi konular sayesinde konserden sonra dört gün geçmesine rağmen hala gündemimizi meşgul ediyor.

Yanıyorum yanıyorum Michael Jackson'u izleyemediğime yanıyorum... Çünkü onun şovu hem müzikal hem görsel tatmin sağlardı, eminim...


Friday, June 08, 2012

Kitap: Irvin Yalom- Spinoza Problemi

Irvin Yalom'un neredeyse tüm kitaplarını okumuşumdur, neredeyse diyorum çünkü mesleki kitaplarını okumadım, romanlarını tercih ettim.

Okuduğum kitapları:
Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri 
Annem ve Hayatın Anlamı
Her Gün Biraz Daha Yakın
Bugünü Yaşama Arzusu - Schopenhauer Tedavisi 
Divan
Güneş'e Bakmak- Ölümle Yüzleşmek
Nietzsche Ağladığında 

Irvin Yalom- Dedemin İnsanları pozuyla...


Bunlardan Nietzsche Ağladığında, sinemaya da uyarlanmış ve çok satan olmuş, yıllardır çoğu kitapseverin birbirine tavsiye ettiği yıldız kitap. Ben daha çok Divan'ı ve Bugünü Yaşama Arzusu'nu beğenmiştim. Kısacık fakat içeriği dolu kitapları olan Annem ve Hayatın Anlamı ve Güneş'e Bakmak da beğendiklerim arasında, ayrıca bunlar otobiyografik öğeler olan kitapları. 

Yazarın kitaplarını çok sevmemin başlıca nedeni, hem psikiyatri hem felsefe konusunda bilinç aşılamaları ve kendi kendime sorular sormamı sağlayarak beni düşünmeye itmeleri. Hem eğitici hem eğlendirici kısacası; öğrenirken edebiyattan hikayeden de geri kalmıyoruz.

Yeni kitap Spinoza Problemi, alt başlığı Nazi Subayının Paradoksu. Açıkçası Hollywood İkinci Dünya Savaşı'nı Nazi açısından o kadar çok ele aldı ki, bu konuda bir kitaba ister istemez tereddütle yaklaşıyorum. Ayrıca Yalom, daha önceki kitaplarında da Nazi'lerden ve onlarla özdeşleşmiş ölüm korkusundan çokça bahsetmişti. Otobiyografik kısımlarda da kendi Yahudi kökeniyle ilgili görüşlerini öğrenmiştik. 

Bence... Birçok Anti-Semitistin savunduğu "Yahudiler toplumlar için korkutucudur" anlayışının nedenini, Yalom'un başarıyla dolu hayat hikayesiyle anlayabiliyoruz. Yalom fakir bir ailede doğmuş, çalışmış çabalamış, Amerikan Rüyası'nı gerçekleştirmiş ve hem tanınmış bir yazar hem de alanında başarılı bir varoluşçu psikiyatr olmuş. Şu anda 80 yaşında ve daha uzun yaşayıp bize kitap yazsın istiyorum.

Pekçok Anti-Semitist, başta Yalom'un kitabında belirttiği gibi Naziler, Yahudilerin toplumun iyi yönlerini emdiğini, özellikle zenginliklerini diğer insanların sırtından edindiklerini iddia etmişlerdi. Yahudilerin yüzyıllardır toplumlarda gördüğü bu baskı mı onları hırslı ve başarma azimli haline getirmiş, yoksa öyle oldukları için mi toplumlarca yok edilmeye çalışılmışlar bunu bilemiyorum. Fakat Yalom da sayısız başarılı Yahudi'den biri. Ve çok iyi yazdığı için, bu milyon kez ısıtılıp önümüze konulan Nazi meselesini bir kez de onun kaleminden okuyoruz.

Kitapta iki farklı zaman, iki farklı "baş karakter" var. Bu kişiler, tahmin edebileceğiniz üzere kapakta resimlerini gördüğümüz Spinoza ve Rosenberg. Spinoza cemaatince dışlanmış ünlü Yahudi felsefeci. Rosenberg ise Yahudi karşıtı, bunu kendince entelektüel bir temele oturtup ideolojist olmuş Nazi.

Kitabı uzun süredir okuyorum. Çabuk bitiremememde vakitsizliğin yanında, kitaba kendimi kaptıramamamın da etkisi var. Bazen Spinoza kısımları ilginç gelirken, bazen Rosenberg'in hayatıyla ilgili merakım arttı. Spinoza kısımları daha "Yalomvari" diye düşünüyorum, önceki kitaplarından hatırlayacağımız tarzda ve içerikte diyaloglar var. Adeta 1600'lerde varoluşçu psikanaliz yapıldığına tanık oluyoruz bu diyaloglarda. Spinoza Tanrı, din, toplum, insanın özgürleşmesi gibi konularda düşünmüş, yazmış ve bunlar kitapta "en yakın arkadaşı" ile olan diyaloglarıyla bize özetlenmiş. Spinoza'yı hiç okumamış biri olarak, bana onu biraz tanıttı, biraz da merak ettirdi.

Rosenberg kısımlarında ise, başlarda tempo yavaştı diyebilirim. Hayatta pek de başarılı olmayan, karakterinde sorunlar bulunan defolu bir adam olarak tanıtılmış. (Zaten bir Nazi'yi "özünde iyi bir insan, aslında çevresi kötüydü" gibi bir yaklaşımla tanıtacak hali yoktu sanırım) Rosenberg, karakterindeki sorunları biraz da genç yaşında karşısına çıkan insanların yol göstermesi sayesinde sorgulayıp düşünerek buluyor, farkediyor. Bunları çözmek ve günümüzde "ezik" dediğimiz türden bir adam olmamak adına kendini geliştirmek istiyor. Fakat ne yazık ki burada "kötü arkadaş çevresi" ve yıllardır kafasına kazınmış "Yahudiler kötüdür" inancı ortaya çıkıyor ve tedavi olamıyor.

Yalom, sanki Nazilerin de felsefe, sorgulama ve psikanalizle değişebileceklerini düşünmüşçesine uzun psikolojik analiz/diyaloglar yazmış. Spinoza ise yüzyıllar önce psikanalizin önemini kavramışçasına irdeliyor kendini ve insanlığı. Hatta iki karakterinde de bir nevi Yalom'um kendisi yerine geçen, diyalogları yönlendiren arkadaşları var. Hem Spinoza hem Rosenberg, ihtiyaç duydukları psikiyatra arkadaşları sayesinde kavuşmuş durumdalar.

Kitabın sonunda "ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu" şeklindeki bölüm sayesinde neleri Yalom eklemiş az çok tahmin edebiliyoruz. Kitapta kendi sorgulamalarınız için yeni sorular, cevaplar bulabilirsiniz. Ancak benim şu anki hayat sorularıma cevap yoktu. Bu nedenle merak ettiğim zamanlara ait sayfaları acele geçiştirilmiş buldum, ilgimi çekmeyenler ise uzun tutulmuş gibi geldi.

Her ruh halinde okunabilir diyemem, Yalom'un da en başarılı kitabı sayılmaz. Ancak kötü de değil... Meraklısına...