Saturday, March 31, 2012

Kitap: Serenad- Zülfü Livaneli

Kitapla ilgili söylenebilecek çok şey var. Fakat ne yazık ki bunları pek çoğu  kitabın harikalığından kaynaklanmıyor. 

Serenad- Zülfü Livaneli
Okunabilir, konu itibariyle çekici ve merak uyandırıcı, ancak edebi olarak insanı etkileyen bir yanı yok. Ha, şimdi diyeceksiniz ki son dönemlerde "çok satmış" diğer romanlar bundan farklı mı? Hayır değil, hatta bu kitap onlardan ileride. Yine de insan Zülfü Livaneli gibi çok yönlü ve hayatı boyunca birçok farklı alanda kendini kanıtlamış birisinden daha iyisini daha derinini bekliyor. Gerçekten Zülfü Livaneli'nin hayat hikayesini okuyunca,  (buyrunuz okuyunuz) o D&R'da sürekli dinlediğimiz konser kaydındaki gibi "Yiğidim Aslanım"ı söyleyen detone adamın ötesinde olduğunu, değerli ve Türkiye için gerekli bir insan olduğunu farkediyoruz. 

Bu kitapta da niyeti çok iyi, -her yerde belirtildiği gibi- hümanist fikirlerle dolu. Belki az okuyan okuyucu için bir bilgi madeni, hatta neredeyse "bir kitapla gelen entelektüellik" ama bunlar benim kriterlerim için yetersiz kalıyor. Roman olarak iyi değil, belki bu konulara bir yazı dizisi veya belgeselle dikkat çekmeliydi?

Livaneli bu kitabın da diğerleri gibi yabancı dillere çevrileceğini tahmin edip o nedenle mi bu kadar turistik bilgi vermiş? Neden bizim hem İstanbul ve Osmanlı tarihi, hem de İkinci Dünya Savaşı Tarihi'nden de bihaber olduğumuzu düşünüp sayfaları ansiklopedik bilgilere boğmuş? Bunları metne, o meşhur tarihi roman yazarları gibi iyice yediremediği için göze batmış. Kaldı ki Maya Duran isimli, daha ismi bile inandırıcı olmayan bir kadın baş karakter var, Livaneli kadın dünyasına tam giriyorken kıyıdan dönmüş. Günümüzdeki çalışan kadınların sorunlarını ve düşünce tarzlarını yakaladığı güzel yorumları var, fakat hemen arkasından Maya'ya derinlik katmaktan uzak, erkeksi yorumları geliyor. Daha iyi olabilirdi. 

Konuya ve benim önemli bulduğum, hoşlandığım kısımlarına gelelim: Maya Duran, İstanbul Üniversitesi'nde önemli sayılabilecek bir görevde çalışmaktadır. Görevinin bir parçası olarak yurtdışından gelen misafir öğretim görevlilerini karşılamakta ve ağırlamaktadır. Bir konferans için ülkemize gelen Maximilian Wagner, İkinci Dünya Savaşı sırasında Atatürk'ün ülkemize davet ettiği Hitler'den kaçan profesörlerdendir. (Burada günümüzde biraz gazete okuyan herkesin bildiği bu olayı Maya Duran'ın yeni öğrenmesi ve durumun ciddiyetini anlayamaması tuhaf oluyor) Max Wagner ile tanıştıktan sonra Maya Duran'ın hayatı karmakarışık olur, bilmediği pek çok şey öğrenir, hem kendi ailesinin hem de Max'in geçmişini keşfeder.

Buraya kadar güzel. Fakat Maya Duran'ı kovalayan tuhaf insanlar ve diğer pek çok ülkenin işin içine girmesi kısmı tam açıklanmamış. Bu nedenle romanın sonlarında "hadi bitirelim" diyerek mi bitirdiler, neden yazar o kısımları bağlamadı, şaşırdım ve üzüldüm. Gereksiz pek çok ayrıntı ile bizi boğarken, gizem öğesi olarak kattığı bölümleri çözüme ulaştırmamış. Veya bence mantıklı bir zemine oturtmamış.

Geçmişe doğru uzandığımızda, Zülfü Livaneli gerçekten çoğumuzun bilmediği iki trajediyi ortaya koyuyor, ki sırf bunlar nedeniyle kitabı okuyabilirsiniz diyorum. Çünkü bunlar, insani duyguları ölmemiş herkesi yaralayacak, sinir ve üzüntüye boğacak, hatta okurken ağlatacak gerçek olaylar: Mavi Alay ve Struma Gemisi.

Mavi Alay: İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya saflarında savaşa katılan, ancak Almanların gerçi çekilmeye başlamasıyla bir anda ortada kalan, ölüme gönderilen Türkmenler... Türkmenlere ve Kafkas Türkleri'ne destek olduğu, onlarla kardeş olduğu iddiasındaki Türkiye'nin, dönemin şartlarını öne sürerek binlerce insan için hiçbir şey yapmaması ve onları ölüme göndermesi en basit tarifiyle insanı derinden yaralıyor. 

Struma Gemisi ise çok daha etkileyici bir vahşet, çünkü tam da İstanbul'da, Boğazda, insanların gözü önünde yaşanmasına rağmen, kimse elini uzatamıyor, yardım edemiyor. Vehbi Koç'un güç kullanarak 1 aileyi kurtarması seyrediliyor, aynen çoluk çocuk 780 insanın ölmesi seyredildiği gibi.  Adaletsizlik bir kez daha kendini göstermiş. Romanya'daki Yahudiler, çok eski ve neredeyse yürümeyen bir gemiyle Filistin'e doğru yola çıkıyorlar ancak İngilizler Filistin'e varmalarını istemiyor. Türkiye de bu diplomatik çekişmede ortada kalıyor, elini bu insanlar için taşın altına koymak istemiyor. Geminin motoru bozuk, hava dondurucu, gemide sadece 1 tuvalet var, doğal olarak salgın hastalık başlamış, yatacak yer yok, 70 gün İstanbul açıklarında bekledikten sonra Şile açıklarına alınıyorlar ve Rus bir torpido tarafından parçalanıyorlar. Bunca gün ölüme direnen insanları sonunda ortadan kaldırıp rahatlıyorlar kısacası(!) Bunun gibi batan veya vurulan pek çok gemi olmuş, ancak en fazla diplomatik çekişme yaşatan ve en fazla insan taşıyan bu gemi olduğundan, sembolik bir anlamı var. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı'nda en fazla sivil ölüme neden olan deniz olaylarından biri.

Kitapta bu iki acı olayı kalbinde hisseden hümanist Maya Duran'ın ve "devlet ne yapsa haklıdır, liboş musun?" diyerek yaklaşan donuk kesimin tepkilerini görebiliyoruz. 

Bu yıl 24 Şubat'ta İshak Alaton, Zülfü Livaneli ve Türk Musevi Cemaati Başkanı Sami Herman katılımıyla bir anma töreni düzenlendi. Tabii Türkiye özür dilesin falan denilmiş. Gerçekten bu diplomatik hareketlerin ne anlamı var bilmiyorum bana çok manasız geliyor. Devleti bir bütün olarak görüp özür dilenince yapılan ayıp yok mu oluyor? Veya bir daha yapmayacaklarına dair bir teminat mı oluyor? Bilakis benzeri bir durumda başka bahanelerle başka ayıplara imza atmak için bekliyor devletler. Özür dilese ne olur bunca yıldan sonra? Üstelik bu olayla ilgilisi bile olmayan bambaşka bir devlet adamı, sadece görev icabı özür dileyecek ve uluslararası basında birkaç haber çıksın diye bunca çaba. 

Bunların "uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi" adına bir anlamı var mı bilmiyorum ancak biz vatandaşlar için gerçekten anlamı yok. Sadece insanlar ve devletler bilinçlensin ve böyle korkunç olaylar ileride yaşanmasın, hatta şu an haberimiz olmadan yaşanan facialar dursun istiyoruz, sıradan insanlar olarak. Özür dilemeden de durabilirsiniz?!

Son olarak, gemiden kurtulan tek kişi 2005'de Şile'ye gelmiş, tanık balıkçı ile buluşmuş. Tanık balıkçı ise bu yıl olayın yıldönümünde ölmüş. Romanda da belirtildiği gibi bu geminin enkazı balıkadamlarca 2000 yılında bulunmuş. Romanın bize kattığı belgesel tadında birkaç yüz sayfa okumuş olmak. 

Sayın Livaneli edebi kişiliğinizi zayıf buldum, Saygılar.



No comments:

Post a Comment