Haziran sonu Temmuz başı iş yaşamımdaki sancılı dönem nedeniyle verimsiz geçiyor. Verimsiz olmasının nedeni bir şeyler "okuyamamam, izleyememem" değil, yaptıklarımdan zevk alamamam. Ayn Rand'ın 3 kitaplık dev eseri Atlas Vazgeçti'yi bitirdim. Biraz daha hafiflemek için Agatha Christie'nin Hollow Malikenesi Cinayeti'ni okudum. Atlas Vazgeçti ayrı bir yazı konusu, üzerinde tartışıp düşünmeye açık, felfesi yönü ağır basan bir eser, çok beğendim... Agatha Christie ise bildiğimiz gibi, her zamanki temposunda bir kitaptı.
İzlediklerime gelince:
North Face'i D&R'daki ucuz DVD'ler köşesinden bulduk. Övgü dolu sözler bol bol yıldızlar vardı kapağında. İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinde bir "dağcılık öyküsü" diye geçiyordu. Hollywood'un "extreme spor" filmlerini biliyoruz... Bir grup spora gönül veren insan veya bilimadamı, zor şartlar altında dağlara mağaralara gider ve can çekişir. İpler kopar, halatlara yanlış düğüm atılır, gruptaki kadınlarla erkekler arasında birkaç gerilim olur ve filmin sonunda sadece 1 yada 2 kişi hayatta kalır. North Face bunların dışında gelişiyor. Bunun ilk nedeni Alman filmi olması, ikincisi ise ana konu bir dağcılık trajedisi olmasına rağmen, politika ve gazetecilik konusuna hafiften göndermeleri olması.
Almanya İkinci Dünya Savaşı sürerken, sporda da üstün başarılar elde etmek istemektedir. Bu tarihte1936'da meşhur Eiger Dağı'nın Kuzey Yamacı'na tırmanabilen olmamıştır. Alplerde insanların fethetmedikleri son kale olan bu dağa Alman'ların çıkmasını bir gurur meselesi yapmışlardır. Gazetecilerin de "gaza getirmesi" ile iki dağcı Toni Kurz ve Andreas Hinterstoisser bu macerayı göze alır, tırmanışa geçerler. Ne yazık ki sonu bir trajedi. Bu sonu bilmemize rağmen merakla izliyoruz. Filmin tarihi gerçeklere yakın olduğu söylenebilir, okuduklarıma göre... Bu konuda yazılmış çeşitli kitaplar da olduğunu, dağcılık tarihindeki önemli olaylardan biri olduğu ise filmi izledikten sonra öğrendim.
Filmin yönetmenleri bundan önce Crazy, Stupid, Love'ı çekmişler... Gerçi ben bu referansa bakarak değil, tamamen başrol oyuncularına bakarak izlemeye karar vermiştim: Ewan McGregor ve Jim Carrey. Daha doğrusu film Jim Carrey üzerine kurulu denilebilir. Filmin çekilmeye başlandığını da okuduğumu hatırlıyorum, fakat daha sonra içerdiği eşcinsel ilişki/öpüşme sahneleri nedeniyle sinemalarda gösterime girmedi, direkt DVD olarak raflara geçiş yaptı.
Homofobik bir insanı bu filmi izlemeye ikna etmek için yanlış bir seçim olur bu poster |
Film bir komedi. Fakat gerçek bir hikaye. Eşcinsel bir dolandırıcı olan Steven Russell (Jim Carrey) hapishanede Phillip Morris (Ewan Mc Gregor) isimli eşcinselle tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, Steven sürekli hapisten kaçmaya çalışır vs vs. İşin ilginç yanı bunların gerçek oluşu ve sonunda Steven'ı yakalayan devletin daha fazla aşağılanmayı kaldıramayarak Steven'ı eşi benzeri görülmemiş bir cezaya çarptırması: tahliye tarihi 2140!
Google'dan Steven Russel ve Phillip Morris'in röportajlarını okudum. Filmin yarattığı olumlu havadan memnun bir halleri varmış. Komik bir film fakat sonlara doğru adamın numaraları bıktırıyor. Ayrıca Ewan McGregor'u bu kadar efemine bir rolde görmek benim gibi hayranları için çok eğlenceli sayılmaz...
Stepford Kadınları, 2004 yılı filmi, başrolde Nicole Kidman var. Nicole Teyze 2004'de şu anki gibi botoks tanrıçası olmadığından, filmde adeta bir Barbie Bebek edasıyla görünüyor.
Stepford Kadınları filminin uyarlandığı kitap, aynı zamanda Rosemary'nin Bebeği 'nin uyarlandığı kitabı da yazan Ira Levin'e ait. Kitabı ilk olarak 1975'de sinemaya uyarlanmış ve bu versiyon çok daha karanlık. Sonu da 2004 yapımı filmden farklılık gösteriyor. Bu nedenle iki filmi birbirinden farklı yorumlamak gerekiyor. İki farklı filmin karşılaştırması için bağlantıdaki yazıyı okuyabilirsiniz.
Benim açımdan Stepford Kadınları, günümüzde ev ve iş arasında sıkışan, mutsuz olan ve etrafını da mutsuz eden kadınların dünyasına kapı deliğinden bakan bir film oldu. Geniş açılı değil, yeni bir şey sunmuyor. Ancak sonlarında bir süpriz var, merak duygusunu da sonuna kadar götürebiliyor. Fena film sayılmaz kısacası. Hem Nicole Kidman'ı izlemek her zaman bir zevk.
Bu film bir animasyon. Animasyon izlemeyi severim, bilindik animasyonların çoğunu izledim. Bunu atlamışım. Yakında ikinci filmin gösterime gireceğini duyunca, izlemek istedim. Başroldeki karakteri Steve Carell seslendiriyor, sürekli The Office dizisini anımsadım bu yüzden. (Türkçe dublajda Ata Demirer varmış ) Bir diğer karakteri de Jason Segel seslendirmiş.
Minion |
IMDB'de 7,5 puan almış bu film çok sevimli, komik, ufak ayrıntıları farkedip bol bol gülünüyor. Ancak baş karakterden çok fotoğrafını koyduğum minion'lar komik. Ayrıca "kötü adama çelme takan yetim kızlar" beni ağlatacaklardı. Çok sevimli ve çaresizlerdi. Böyle filmleri çocuklar nasıl etkilenmeden izliyor anlamıyorum...
5- The Muppets:
The Muppets'ın başrolünde Jason Segel ve Amy Adams var. Jason Segel'in filmlerini tereddütsüz izlediğim için, normalde izlemeye yanaşmadığım bir türde olan bu filmi de izledim. Tür ise aile filmi. Yıllardır Star TV'de pazar günleri oynayan bol çocuk karakterli, iyi insanlarla bezeli bu aile filmlerinden hep kaçarım. Fakat işin içinde sadece Jason Segel yok, bir de Muppet'lar var. Film başlayıp da Muppets jenerik müziğini duyduğumda ağlamaklı oldum, çocukluğumu anımsadım. Sevimli, naif bir film. Sonlara doğru sıkılabilirsiniz, malum mutlu son olacağı belli... Müzikal kısımlarıyla bir bütün oluşturmuş. Acınası olmayan, gerçekten sevimli bir müzikal yapmak da zor bence, bu nedenle takdir ettim filmi...
en çok dikkatimi çeken tahmin edebileceğin gibi bisikletler oldu =) iyi seyirler ve iyi okumalar idilcim
ReplyDelete