Tuesday, January 31, 2012

Film Festivali: !f istanbul 2012!

İf İstanbul 2012 programını ve takvimini geçen hafta açıkladı. Bilet fiyatları yine el yakıyor:
Haftaiçi gündüz seansları: 7 TL
Tam: 14 TL
Öğrenci: 11 TL
21.30-22.00 seansları: 16 TL


Tek olumlu yanı Biletix yerine Mybilet.com'u tercih etmeleri sanırım. Mybilet'i sürekli kullanıyorum ve çok seviyorum. Bu arada Mybilet'te bir de hediye kart olayı var: Haftaiçi gündüz seanslarına 10 adet bilet + 1 gece seansı 40 TL. Bu durumda %50 indirim yapmış gibi bir şey oluyor anladığım kadarıyla.

Burada !f istanbul'un her zaman eleştirilen tuhaf durumu ortaya çıkıyor: Biz çalışan insanlar haftaiçi gündüz seanslara gidemeyiz. Öğrenciler 7 TL'yi vermekte zorlanır. (Tabii sadece 7 TL ile kalmayacaklarını, tam bir festival izleyicisi olarak en az 5 filme gideceklerini düşünerek) Emekliler içinse !f gerçekten yanlış tercih. (Emekli gayleri tenzih ediyorum tabii, gökkuşağı filmleri kısmına bakabilirler) İf istanbul klasiğin dışına çıkan çoğu zaman tuhaf filmler seçer. Bu zaten onun "biricik" özelliği, olması gereken de bu. Fakat bu durum emeklilere pek hitap etmez ki? Bu durumda sadece esnek çalışma saatleri olan meslek gruplarına kalıyorlar, İstanbul çok büyük bir şehir olduğu için yeterince işsiz güçsüz paralı avangart var diye düşünüp bu filmleri bu bilet fiyatına oynatıyorlar. Bravo.

Herneyse ben şanslı azınlıktan olduğum için ve film gösterimleri artık Caddebostan'da da olduğu için öğrenciliğim boyunca festivali takip ettim. (Öğrenciyken gönüllü olarak festivalde çalışıp filmleri izleyebilen arkadaşlarım da vardı) Şimdi yalnızca haftasonu filmlerini seçebileceğim. Yine de en ilginç filmleri not almaya devam edeceğim, belki bir şansım olur ve izleyebilirim.


Bir sonraki yazıda ilgimi çeken filmleri yazacağım... O zamana kadar Film listesine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Film:Infamous (Capote mi Infamous mu?)

Filmin posteri (Hiç beğenmedim)

 Bu aralar Soğukkanlılıkla kitabının etkisiyle kendimi kaptırdığım Capote fırtınasına, Infamous filmiyle devam ediyorum.

Infamous, Capote'den 1 yıl sonra gösterime girmiş, şanssızlık burada... Toby Jones, Capote rolünde, Sandra Bullock ise Harper Lee. Bu iki filmi harmanlasalar ortaya mükemmel film çıkarmış sanki...

Capote filmi Soğukkanlılıkla'nın yazılış sürecine odaklanıyor ve Capote'yi daha sevimli gösteriyor. Kitabı yazarken yaşadığı çelişkilere değiniliyor, Harper Lee daha geri planda. Catherine Keener beğendiğim bir oyuncu ve Harper Lee rolüyle Oscar'a aday olmuştu ancak Infamous'u izledikten sonra Sandra Bullock'a haksızlık edildiğini düşündüm (Neyse ki o da bir Oscar aldı başka bir filmle, rahat ol Sandra seni de unutmadılar) Infamous'da Harper Lee daha ön planda ve "rol kesmeye" daha fazla ihtiyaç duyulmuş. Sandra'yı da hiç adam yerine koymazdım ama gayet iyi!
Sandra Bullock ve Toby Jones

Infamous, Capote'den daha renkli fakat biraz daha sert. Truman Capote'yi sevimsiz göstermekten çekinmemiş, katil Perry Smith ile arasındaki homoseksüel yakınlaşma dedikodusuna çok daha fazla değinmiş. Burada Perry Smith'i oynayan oyuncu konusuna da değinmek lazım. Capote filminde Perry Smith, görüntü olarak kitaptaki ve fotoğraflardaki halini anımsatıyor, oyuncu ona gerçekten benziyor. Ancak katil gibi değil, insan bir cinayet işlemesini anlamlı bulmuyor. Truman ile olan ilişkisi ise biraz havada kalıyor, fazlasıyla platonik.

Infamous filminde ise Perry Smith rolünde Daniel Craig var. Saçını boyayıp, aksak yürüyünce "Kızılderili melezi bir katil" olurum diye düşünmüş herhalde. Çok daha sert, çok daha "katil", çok daha "aşık". Bu noktada oyuncu iyi olduğu zaman fiziksel benzerlik çok da önemli değil diye düşünüyor insan. Çünkü daha inandırıcı bir katil ve daha inandırıcı bir "Smith/Capote ilişkisi" var. (Daniel Craig de amma yamuk suratlı bir adam yahu)

Infamous filmi sayesinde Capote'nin etrafında nasıl hem sevilen hem nefret edilen bir insan olduğunu biraz daha iyi anlıyoruz, Kansas'daki bölümlerde "tuhaflığı ve gay oluşu"nun insanlar üzerindeki etkisini daha iyi anlıyoruz. Ayrıca filmde de bahsedilen sosyetik kadın arkadaşları ile ilgili tüm kirli çamaşırları ortaya döktüğü kitabı "Kabul Edilmiş Dualar" kitabının başlangıcına da göndermeler buluyoruz.

Sonuçta Capote film olarak güzel, Philip Seymour Hoffman sayesinde bu kadar yukarı çıkabilmiş. Ancak Infamous, Truman'ı tanıma adına daha iyi ve gerçekçi bir film. Sevimsizlikleri de ortaya koymaktan çekinmediği için de daha cesur.

Filmin başlangıcında, genel ruhu yansıtan bir bölüm var, aşağıda videosunu paylaştım. Burada Gwyneth Paltrow "What is this thing called love" isimli şarkıyı söylüyor. Dönemin ünlü şarkıcısı Peggy Lee 'yi canlandırıyor. (İsmini Kitty Dean yapmışlar ama olsun) Filmdeki şarkıcının duraksama anı da gerçekte başka bir ünlü şarkıcının başına gelmiş.



Friday, January 27, 2012

Kitap: Yaz Bitince (Summer)

Merhaba!
Bir diğer Edith Wharton kitabıyla karşınızdayım. Neden bilmiyorum ama kitabın ojinal ismi Summer iken, bizimkiler Yaz Bitince demişler. 1917'de çıkmış bir kitabın bizleri yine de etkilemesi, geçen yıllara rağmen pek bir şeyin değişmemesi ne ilginç...
Yaz Bitince


Hikaye bu kez Edith Wharton'un ünlü olmasını sağlayan kitaplarındaki gibi "New York sosyetesi"nde geçmez. Bir kasabadadır, yoksulların ve orta hallilerin arasındadır kahramanımız. 19 yaşındaki bir kızın aşk ve cinsellikle olan tanışmasını anlatır. Ancak yine sınıf farkı vardır, yine baskıcı toplum vardır...

Kısa bir roman, yine de etkileyici ve düşündürücü. Ana karakter Charity ilginç bir tip, aşağı tabaka olmasına ve sürekli bu ona hatırlatılmasına rağmen, kendisine söylenenlere kulak asmıyor, aşkını yaşamayı göze alabiliyor. Ancak mecburen boyun eğmek zorunda kaldıkları da oluyor, acı bir hikaye.

Anladığım kadarıyla dönemin Amerika'sında cinsellik ve flört aşağı tabakadakilerce yapılan yine aşağı bir uğraş olarak görülüyor. Kazara hamile kalan kızlar toplumdan, kendi çevrelerinden dışarı itiliyor. Sosyete ise flörtlerini söz oyunlarıyla sürdürüp cinselliği evliliğe erteliyor. Çünkü bu evlilik öncesi flört piyasa değerini düşüren, aşağı sınıfa özgü bir şey... Nasılsa evlendikten sonra özgürce flörte devam edeceksin. İkiyüzlü zenginler!!! Sinirlendim, yazıyı sonlandırıyorum.

Kitap iyi, tavsiye ederim. Edith Wharton'un bir diğer ünlü kitabı Ethan Frome'u okumak istiyorum ancak onun e-kitabı olmadığı için biraz beklemem gerekecek.


Thursday, January 26, 2012

Kitap: Keyif Evi (The House of Mirth)

Keyif Evi- Kapak

Keyif Evi Edith Wharton'un bir kitabı. Edith Wharton 1862-1937 yılları arasında yaşamış, Pulitzer Ödülünü alan ilk kadın yazar. Ödülü "Masumiyet Çağı" isimli kitabıyla almış. Bu kitabın bir de film uyarlaması vardı; Michelle Pfeiffer, Daniel Day-Lewis ve çok genç haliyle Winona Ryder oynuyorlardı. Kitabı okuyup okumadığımı ise bir türlü hatırlayamıyorum, Tehlikeli İlişkiler ile karıştırıyorum sürekli kafamda. (İki kitap Oğlak Yayınları diye mi acaba?)

Edith Wharton ismi benim için New York sosyetesi ve 1900'lerin başındaki toplumsal ilişkilerin anlatıldığı kitaplarla eşanlamlıydı. Ancak İki Kız Kardeş isimli kitabını okuyunca öyle "iyi hikaye anlatan ancak sığ" bir insan olmadığını anladım. Bu kitapta dönemin koşullarına uygun davranmak zorunda olan, fakat bir yandan da duygularını dinlemek isteyen fakir kızların durumunu anlatıyordu. Dönemin ekonomik durumu ve işçi sınıfının yaşamını da anlatıyordu.

Keyif Evi ise tamamen New York sosyetesi ve kadının toplumdaki o "zamanı gelince uygun bir iş anlaşmasına, yani evliliğe imza atacak bir süs çiçeği" konumunu gösteren bir kitap gibi ilerliyor. Ana karakter Lily Bart, ilginç bir karakter. Emma Bovary veya Anna Karenina kadar anlayamadım onu, kendime çok yakın hissedemedim. Ancak hem içinde bulunduğu durumla başa çıkmaya çalışması, hem gururu nedeniyle ilgimi çekti. İşçi sınıfına çok az değiniliyor bu kitapta ancak unutulmamışlar. Ayrıca Edith Wharton zamanının ilericilerinden ve kadın hakları savunucularından, bu yüzden de ilgiyi hak ediyor.
Bu kitabı da e-kitap olarak aldım ve okudum...

Wikipedia gibi çok genel sitelerde bile kitabın sonunda ne olduğunu yazmışlar. Bu hataya düşmek istemiyorum. Bu nedenle konuya fazla değinmek istemiyorum. Özellikle kadın okuyucu kendinden çok şey bulabilir bu kitapta. Tam benim tarzımdı. Edith Wharton'u, Jane Austen ile birlikte "en sevdiğim kadın yazarlar" arasına ekliyorum. (Tabii onun yazdıkları "toplumsal analiz"e daha yakın ve Austen'dan çok daha şanslı olması sanatını da etkilemiş durumda, bunu gözden kaçırmamak gerek)

Not: Bu kitabın bir de film uyarlaması var ve başrolde Gillian Anderson var. Ne yazık ki onu pek sevmem. Bu nedenle film için biraz hevessizim.

Tuesday, January 24, 2012

Film: Capote

Film Afişi

Öncelikle bu filmin Truman Capote ile ilgili olduğunu ve 2005 yılında En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ıPhilip Seymour Hoffman'a kazandırdığını belirteyim. Film o yıl oldukça ilgi çekti ve ödül aldı. 2005 yılında üniversite öğrencisiydim ve bir arkadaşım filmde çok sıkıldığını söylemişti. Tanımadığı bir yazarın yaşamından kesit olduğu için hiçbir şey anlamamıştı. Ben de o dönem Truman Capote'yi sadece ismen tanıyordum, hiç ilgimi çekmemişti. Ancak "Soğukkanlılıkla" kitabını okuduktan sonra filmi büyük bir zevkle izledim.


Film, Soğukkanlılıkla'nın yazım sürecini anlatıyor. Capote bu çok başarılı olan kitabından sonra herhangi bir romanını tamamlayamamış, kısa öyküler ve yazılar yayınlayabilmiş, yıllar sonra alkolizme bağlı sağlık sorunları nedeniyle ölmüştür. 

Truman Capote’nin New York’taki yaşamını ve nasıl bir insan olduğunu az çok gördükten sonra, hayat arkadaşı yazar Jack Dunphy ile olan ilişkisine ve en yakın arkadaşı Harper Lee’ye değiniliyor. (Harper Lee rolünde Catherine Keener, Oscar adayı olmuştu) Ardından hakkında yazmaya karar verdiği Kansas’taki cinayetle ilgili olarak Harper Lee ile birlikte Kansas-Holcomb kasabasına gidişini görüyoruz. Bu arada, daha önce bu konuda bir bilgisi olmayanlara durumu özetliyor: Capote New York’ta kendisini gizleme gereği görmeyen bir homoseksüeldir. Ancak 1959 Kansas’ında, tam da o müthiş güvenli şehirde inanılmaz cinayetler daha yeni işlenmişken, muhafakazar kasabalılardan bilgi edinmeye çalışmanın onun için ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Gazetecilikle roman yazarlığı arasında gidip gelen bir araştırma sürecini gözlemliyoruz. Capote’nin Soğukkanlılıkla kitabını yazarken hiç ses kaydı almadığını, hafızasının çok güçlü olduğunu öğreniyoruz. Capote’yi canlandıran aktör Philip Seymour Hoffman o kadar başarılı ki, hayran olmamak mümkün değil.

Romanı okumayanları okumaya teşvik edecek bir yazım hikayesi söz konusu. Yazarın geçmişini ve geleceğini bilmeden, sadece romanı yazma sürecine odaklanması filmi daha da başarılı yapmış. Böylece konu dağılmamış. Ayrıca Capote’nin kitabı yazmaya başlarkenki haliyle sonlara doğru yaşadığı düşünce değişimlerini, yargı süreci uzadıkça bakış açısının değişimini de görüyoruz. Böylece hem suça hem de hikayeye bakışımız değişiyor. 

Filmde de değinildiği üzere, Capote kurgusal olmayan romanını yazmaya çalışırken, henüz cinayetler yeni işlenmiştir. Suçluların ortaya çıkması, üstelik suçluların beklenenden çok daha derinlikli insanlar olması, romanın yazım sürecini etkilemiştir. Capote suçlularla sürekli olarak görüşürken sanatçı yönü de olan katil Perry Smith ile yakınlaşır. Onu kendisine yakın görür. (Sonradan cinayetlerle ilgili ortaya atılan iddialardan biri de iki suçlu arasındaki homoseksüel ilişkidir, ve Capote ile Smith arasında da platonik düzeyde de olsa bir yakınlaşma olmuştur) Romanı yazabilmesi için zaman kazanmaya çalışır, avukat bulmalarına ve idam kararını temyize götürmelerine yardım eder. Ancak hem adalet açısından hem de romanının istediği gibi bir sonu olabilmesi açısından idamların gerçekleşmesi gerektiğini düşünür. 
Gerçek Fotoğraf ve Filmden kare

Bu ikilemleri yaşarken infaz daha da uzamaz, suçlular 1965'de asılır, Capote romanı yayınlar ve başarıya koşar. Ancak bu süreç onu çok etkilemiştir. Sonrasındaki yaşamını nasıl etkileyeceğini filmde görüyoruz. Biraz araştırmayla elde edilebilen bilgileri güzel oyunculuklarla bize başarıyla yansıtan bir film olmuş.

Sırada Infamous isimli film var, neredeyse aynı konuda bir filmin bu kadar kısa süre sonra çekilmesi bence biraz şanssızlık olmuş. Philip Seymour Hoffman’ı Capote olarak gördükten sonra Infamous için beklentilerim oldukça düşüktü. (Capote 2005, Infamous 2006 yılı filmleri) Ancak okuduğum yorumlarda Hoffman'ın oyunculuğunun "taklit" gibi olduğu, Infamous'un pekçok açıdan daha başarılı bir film olduğu yazıyordu. İzlemeden karar veremeyiz.

Kitap: Soğukkanlılıkla (In Cold Blood)


Capote- Soğukkanlılıkla

 Truman Capote, "Tiffany'de Kahvaltı" filmi sayesinde tanıştığımız meşhur bir yazar. Tabii bu tanım, benim gibi, bu filmin bir kitap uyarlaması olduğunu ve kitabı Capote'nin yazdığını öğrenip, kitapları okumaya karar verenler için geçerli bir tanım.

Capote 1924 doğumlu, Amerikalı. Amerika'nın Büyük Buhran sonrası kuşağından olduğu ve büyük değişimlerin yaşandığı 1960'larda meşhur bir yazar olduğu için, hayat hikayesine de bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum:

Kendisini gizlemeyen bir homoseksüel, film senaryoları yazmış, genç yaşta sosyetenin tanınmış entelektüellerinden olmuş. Talk showlara da katılmış, bu videoları Youtube gibi yerlerden bulmak mümkün. Videoları izlemeyi önermemin nedeni ise, Capote isimli film. Çünkü TV röportajlarını gördükten sonra Capote isimli filme ve oyuncu Philip Seymour Hoffman'a olan hayranlığım arttı.
Capote ve Kedi

Yazımın konusu olan Soğukkanlılıkla; Capote'nin 1966'da yayınladığı "kurgusal olmayan/non-fiction" türündeki olay yaratan kitabı. Olay yaratmasının nedeni; içeriğinin yanısıra kurgusal olmayan şeklinde bir türün yeni oluşturulması. Kitabın konusu 1959'da işlenen cinayetlerden geliyor: Kansas- Holcomb kasabasında, 4 kişilik Clutter ailesi öldürülür. Clutter ailesinin reisi, üniversite mezunu bir çiftçidir, varlıklı ve sevilen biridir, ayrıca dindardır. Kasabanın çiftçilikle ilgili kuruluşlarında, yardım kuruluşlarında ve kiliselerinde tanınmış bir kişidir. Eşi ve çocuklarıyla mükemmel ailenin tanımı gibidirler. Capote’nin de vurguladığı gibi, “öldürülmeleri için hiçbir neden görünmemektedir”.

Yazar, cinayetleri gazetede okur okumaz bunun yeni oluşturmak istediği  roman türü için uygun bir konu olduğunu düşünür ve çalıştığı The New Yorker Dergisi'nin bir muhabiri olarak cinayetlerin işlendiği Kansas'a gider. Aylar süren mekan araştırması ve röportajlardan sonra yazmaya başlar fakat olaydaki dava süreci devam ettiğinden, kitap bitmez. Sonuçta aşağı yukarı 5 yıllık çalışma sonucu kitap hazırlanmış ve basılmış. (Cinayetler 1959'da işlenmiş, suçluların yakalanması, dava süreci ve suçluların asılması 1965'de sona ermiş)

Richard Hickock ve Perry Smith- Suçlular

Burada ilgi çekici olan bir diğer konu, yazarın Kansas'a arkadaşı Harper Lee ile birlikte gitmesi. Harper Lee tam bu sıralarda To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) isimli kitabı yazmayı bitirmiştir ve Truman Capote'nin çocukluk arkadaşıdır.

Capote oldukça ilginç ve zor bir işe kalkışmıştı. Hollywood'da ve sosyetede tanınan parti insanı, esprili homoseksüel yazar, Kansas gibi bir yere, hem de o tarihlerde gidiyor... Küçük Holcomb kasabasında boynunda dönemin Kansas moda anlayışının tam zıddı olan kaşkoluyla insanlarla konuşmaya, bilgi almaya çalışıyor... Burada imdadına Harper Lee yetişiyor. Onun sayesinde güven kazanıp tanıklarla iletişim kurabiliyor. Uzun süre Kansas'da kalmaktan çekinmiyor ve kafasına koyduğunu başarıp, iyi bir hikaye ile oradan ayrılıyor.


Kitabı upuzun bir gazete haberi gibi düşünmek mümkün. Yazar hiçbir şekilde kendisini belli etmiyor. Hatta suçlularla konuşarak, direkt edindiği bilgileri bile "...kendisini ziyaret eden bir gazeteciye aktardığı üzere" gibi cümlelerle aktarıyor. Kasabada arkadaşlık ettiği bir kişi de olayı araştıran görevli polis Alvin Dewey. Dewey, suçluların Las Vegas’ta tutuklandığını öğrendiği sırada bile Capote ve Lee ile yemektedir, fakat Capote bu bilgiyi kitapta saklar, kendisi orada yokmuş gibi aktarır.

Kurgusal olmayan roman derken, tamamen gerçek bir haberin, çarpıtmadan ve fazla yorum katmadan aktarılmasını anlatmak istiyorum. Yazar suçluların hayat hikayesini bize "soğukkanlılıkla" sunuyor. Aynı şekilde "soğukkanlılıkla" işledikleri cinayeti tasvir ediyor. Ancak karşıt fikirleri, yandaşların ve düşmanların fikirlerini açıklarken taraf tutmuyor, sonuçta cinayetlerin suçlusu toplum mu, yetişme koşulları mı, gerçekten doğuştan kötü insan var mıdır, idam cezası ne kadar adildir gibi konularda bizi düşündürüyor.

Başlangıçta kurbanların son günlerini izliyoruz, ne kadar iyi, çevrelerinde ne kadar sevilen insanlar olduklarını öğreniyoruz. Sorunlarını öğreniyor, 1959 Amerikasında bir Kansas kasabasındaki yaşamı tanıyoruz. O dönemde Amerika hala 2. Dünya Savaşı sonrasının  zafer sarhoşluğundadır, ekonomi büyümektedir. Güvenli ve mutlu kasabalarda işler yolundadır. Katı görüşleri ve dindarlığı, ırkçılığı gözlemliyoruz. Hatta biraz muhafazakarca olsa bile bu insanlara ve ahlaklı yaşamlarına hayran olup, onlara imreniyoruz.

Ardından tam tersi bir yaşamla karşılaşıyoruz. Hayatı boyunca huzursuz ve mutsuz yaşamış, zor hayat sahibi iki arkadaş, hapishaneden şartlı tahliye ile çıkmış, toplum tarafından dışlanan, "anormal"likleri olan suçlular... Biri parlak ve zeki olmasına rağmen hiç okula gidemediği için kıskanç ve öfke dolu bir eski asker. Diğeri ise, okulda başarılı olmasına rağmen üniversiteye gidememiş, daha zengin bir yaşam uğruna dolandırıcılıklar yaparak hapse düşmüş biri. İşledikleri cinayetlerin nedenini hayat hikayelerinde veya psikolojik sorunlarında hatta kişiliklerinde arıyoruz. Fakat tam olarak teşhisi koyamıyoruz. Doğru düzgün pişmanlık bile duymayan, 4 kişiyi öldürdükten sonra bir rüyadan uyanır gibi kolayca etkisinden çıkıveren insanlar bunlar. Psikiyatrların aktardıkları biraz daha aydınlatıyor bizi, ancak yargı bunları duymak istemiyor. Toplumu böyle huzursuz eden kişileri darağacına gönderip onlardan kurtulmak istiyor.

Günümüzde durmadan cinayet, ölüm, işkence haberi alıyoruz. Biraz TV izlemek kan görmek için yeterli. Fakat hiçbiri bizi bu romandaki gibi etkilemiyor. Çünkü arka planlarını bilmiyoruz. Uzun sayılabilecek bir süreç: Hem hayat hikayeleri hem ortamı öğrenmek, sonra dava sürecini takip etmek ve idama hazırlananları izlemek. Sayfalar süren macera boyunca sıkılmak mümkün değil. Sonunu bilmemize rağmen merakla okuyoruz.

Kitapla ilgili birkaç ek bilgi var, dedikodu sınıfında yer alabilir, ancak kitaba olan bakışımızı etkilediği için önemli görüyorum... Kitapta gözle görülür bir şekilde iki katilden biri kayrılmış durumda. Üstelik bu cinayetleri asıl işleyen yani tetiği çeken kişi: Perry Smith. Perry Smith gerçekten incelenmeye değer bir karakter, sıradan bir "iğrenç katil" değil. Bu nedenle yazarın ona daha fazla eğilmesini mantıklı görebiliriz. Ancak söylenen bir diğer şey, Capote'nin Perry ile geçirdiği uzun saatler sonucunda aralarında platonik bir ilişki kurulduğu... Perry Smith'in çizdiği resimler, kullandığı kelimeler, ses tonu ve şirinliği, temizliği anlatılıyor örneğin. Capote kurbanları yüceltip, onları överken, katilleri de unutmuyor diyebiliriz. Bu durum kasaba sakinlerinin bazılarınının hoşuna gitmemiş, Capote’nin bu kitaptan servet edinmesi ve cinayete kurban giden Clutter ailesini yeterince güzel anlatmaması bazılarını üzmüş. Ancak bu her olayda karşılaşabilecek bir karşı çıkma durumu.Kitap kesinlikle okunmaya değer.

Perry Smith ve Capote- Birlikte Fotoğraflar

Monday, January 23, 2012

Film: Carnage (Vahşet Tanrısı)

Film Afişi- Filmden neler beklememiz gerektiğini güzelce özetliyor. Çok hoş bir afiş

 Carnage; Roman Polanski'nin son yönettiği film. Yasmina Reza isimli yazarın "God of Carnage" - Vahşet Tanrısı isimli tiyatro oyunundan uyarlama. Şu anda bu oyunu Devlet Tiyatrosu oynuyor. İstanbul Cevahir'deki salonda gösteriliyor ve filmde Kate Winslet'in oynadığı rolde Zerrin Tekindor var. Bunu duyunca tabii koşarak MyBilet.com'a girdim. (Parmaklarım koşuyordu) Fakat tarihler uymadı, bilet alamadım. En kısa zamanda oyunu izlemek istiyorum çünkü bizim yorumu merak ediyorum. (Ödüllü bir oyun ve birçok ülkede oynanıyor)

Sinema filmine gelirsek... Film bir tiyatro uyarlaması olduğunu belli eder şekilde, tek mekanda kesintisiz ilerliyor. Sanki hiç montaj yokmuş hissi uyandırıyor, gerçek zamanlı ilerliyor gibi. Filmin oyundan daha yumuşak olduğunu okudum. Bu nedenle tiyatrodaki halini, bu konunun görece daha sert ve orijinaline daha yakın halini çok merak ediyorum.

Oyuncular Jodie Foster, John C. Reilly, Kate Winslet ve Christoph Waltz. Sanırım John C. Reilly hariç oyunculardan bahsetmenin anlamı yok, zaten kanıtlanmış harikalıkları var. John C. Reilly ise, birçok filmde gördüğümüz, tanıdığımız bir oyuncu olmasına rağmen ismini bilmediğimiz karakter oyuncularından. Bunda daha çok tiyatro oyunlarıyla kendisini ispatlaması ve bizim Hollywood filmleriyle sınırlı kalmamızdan etken, çünkü filmde gördüğümüz üzere küçümsenecek bir oyuncu değil.
Jodie Foster, John C. Reilly, Kate Winslet ve Christoph Waltz
Film ilk olarak Venedik Film Festivali'nde gösterilmiş ve olumlu eleştiriler almış. New York'da geçmesine rağmen Polanski'nin devam eden ve yılan hikayesine dönen hukuksal, suçsal sıkıntıları nedeniyle Paris'te çekilmiş. Zaten bir apartman dairesinde geçtiği için mekanın çok önemi yok.

Oyuncular birlikte...
Kara komedi olarak sınıflandırabiliz. İki New York'lu çift, oğullarının kavga etmesi nedeniyle tanışmış, bu sorunu çözebilmek için "medeni" bir buluşma ayarlamışlar. Ancak ne kadar "medeni" olmak isterlerse istesinler, işin içinde oğulları ve onları yetiştiren ebeveynler oldukları için kendi egoları olduğundan, işler her an karışmaya hazır. İşkolik, ilgisiz koca ve ciddi, duyarlı iş kadını eşi arasındaki gizli gerilim, film ilerledikçe ortaya çıkıyor. Kontrollü ve sevgi dolu görünen diğer çiftin ise aslında gizledikleri yönleri olduğu biraz da içkinin etkisiyle ortaya dökülüyor. Birbirlerini tanımayan insanların kendilerini tanıtmak istedikleri şekille, gizledikleriyle dalga geçiliyor. Çözmeye çalıştıkları sorunla ilgili ustaca iğnelemeler yaparken, kısa sürede bütün gizemler bitiyor ve gerçek yüzler ortaya çıkıyor.


Jodie Foster ve Kate Winslet- Kendimi Kate Winslet'in oynadığı karaktere yakın hissettim

Film 80 dakika boyunca (evet kısa) zekice ve komik diyaloglar izlememizi sağlıyor. Genelde bu tür "çiftlerin dünyaya bakışı ve tepkileri" tarzı filmleri erkek arkadaşımla izlemeyi ve daha sonra film üzerine konuşmayı tercih ederim, böylece normalde karşılaşamayacağımız durumlar hakkında birbirimizin fikirlerini ve tavırlarını öğrenebiliyoruz. Düşünme ve tartışma fırsatı veriyor.

Sunday, January 22, 2012

Tiyatro: Testosteron

Dün akşam Oyun Atölyesi'nde Testosteron isimli oyunu izledim. Yazarı Andrzej Saramonowicz, Polonyalı. Oyuncu kadrosu Metin Coşkun, Onur Ünsal, Emre Karayel, Mert Fırat, Timur Acar, İnan Ulaş Torun, Tuna Kırlı şeklinde. Bu yedi erkek çeşitli farklı mesleklerden. Onları biraraya getiren bir düğün. Damat, damadın babası, kardeşi, davetliler ve düğündeki garson. Konu bu erkeklerin gelinle ilgili konuşmaları ve aralarındaki kavganin nedenlerini sorgulamalarıyla gelişiyor. Tüm karakterler kadınlarla yaşadıkları sorunları ve çeşitli anılarını sırayla anlatıyorlar. Bu arada karakterlerle ilgili daha çok şey öğreniyoruz, çeşitli sırlar ve komik unsurlar ortaya çıkıyor.

Komedi oyunu olduğu için komik, +18 olmasından anlaşılacağı üzere de birçok küfür barındırıyor. Fakat komedi unsuru bazen zayıflıyor, küfür unsuru güçleniyor. Küfürün ve cinsel içerikli esprilerin fazlalığı benim için bir sıkıntı değil, ancak bu oyunda tam olarak oturmadığı yerler var gibi. Bunun nedeninin oyunun tercüme olması olduğunu düşündüm. Açıkçası insanların Leh olduğunu, olayın Polonya'da geçtiğini ve karakterlerin isimlerini anlayana kadar sıkıntı yaşadım. Olayın nerede geçtiği çok önemli değil, evrensel bir şeyi anlatıyorlar belki ancak yine de isimlerin kulağıma yabancı gelmesi beni buna itmiş olabilir. 

Oyundan önce konuştuğum herkes Mert Fırat hayranlığından bahsedip durdu. Hatta annem de tam ben evden çıkarken "Ay ben çok seviyorum Mert Fırat'ı" diyerek son noktayı koydu. Ancak ben oyunda en çok Onur Ünsal ve İnan Ulaş Torun'u beğendim. Bilimadamı rolünde oldukları için mi bilemiyorum. (Bilimadamı sempatim var)  En çok güldüğüm kısımların onların bölümleriydi karakterleri iyi diyeceğim ancak rollerini iyi yapıyor olmasalar gülmezdim demek ki başarılılar.

Testosteron Oyun Afişi

Neyse bu abuk subuk cümlelerden sonra kısa kesiyorum, Son sözler: oyunda enstruman çalıp şarkı söylemelerini ve Emre Karayel'in bageti elinde çevirmesini takdir ettim :-)) Oyuncuların bu tip farklı becerileri olması (dans, müzik vs) ve bunları uygun ufak tefek şeylerle bile olsa ortaya koymaları bende hayranlık uyandırıyor, çok yönlü ve işlerine saygılı olduklarını düşünüyorum. 

Oyun birkaç yıldır gösteriliyor, daha ne kadar oynar bilmiyorum. Bu kadar ilgi görmesini çok anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Eğlenceli ancak çok da ilginç değil. Daha iyi kadın-erkek eleştirileri veya makaraları görüyoruz. Erkek muhabbeti ve küfür nedeniyle erkeklere daha fazla öneriyorum. (Hatta erkekler oyunu izlemeden, direkt olarak, hayatlarını bizim için, bizim uğrumuza ve hatta bizim sayemizde yaşadıklarını kabul etseler fazla uğraşmak zorunda kalmayız

Saturday, January 21, 2012

Kitap: Sherlock Holmes- İntikam Tutkusu (Kızıl Dosya)




Evde Sherlock Holmes'un 1975 tarihinde basılmış ufak bir macerasını buldum. Bu kitap "Dr.Watson" ile tanıştığı kitap ve ilk macerası.
Biraz yıpranmış, eski püskü sarı sayfaları var, bu tür ikinci el kitapları sevenler için harika.
Kitapta Sherlock Holmes'u tanımaya başlıyoruz. Bu tip "akıl yürütme"ye dayalı polisiyeleri çok seviyorum. Günümüzün korkunç şiddet anlayışı yok, yüksek teknolojisi yok. Kaçma kovalamaca minimum. Tamamen zihinsel jimnastik, hoş söz oyunları ve espriler var.
Agatha Christie kitaplarından da bu nedenlerle zevk alıyorum.

Sherlock Holmes'u okumaya başlamamın bir nedeni filmlerin yarattığı etki olsa da, asıl nedeni House MD dizisi. House MD dizisinde ilaç bağımlısı, takıntılı, zor fakat dahi insan Gregory House'un maceralarını izliyoruz. Dizinin Sherlock Holmes'dan etkilendiği ise yazarlar tarafından çoktan açıklandı.
Sherlock'un ilk hikayesi yayınlandığında yıl 1887'dı, oysa halen bu tür hikayeler bize heyecan veriyor, sanırım insandaki merak duygusu ve "gizemleri çözme" isteği zamana yenilmiyor.


Bendeki kitap Sherlock'un meşhur arkadaşıyla ve bizlerle tanışmasını sağlayan hikaye, "Kızıl Dosya". Ancak dönemin yayınevi bunu İntikam Tutkusu adıyla basmış. Bu "aslına uygun olmayan isimlerle kitap yayınlama" sorunu o dönemin kitaplarında sıkça karşımıza çıkıyor. Özellikle Agatha Cristie kitaplarını toplarken bu sorunla karşılaşıyorduk...

Holmes incelemeye değer, merak uyandırıcı bir karakter. Günümüz şartlarına göre düşünüldüğünde bile oldukça "acayip" olduğu söylenebilir. Kitapta Watson, onun bazı konulardaki bilgisizliğine şaşırıyor, örneğin 1880'lerdeki bilimsel gelişmelerden olan habersizliği onu şok ediyor. Dünyanın güneş etrafında döndüğünün kanıtlandığını paylaşıyor Holmes ile. Ancak beklemediği bir cevap alıyor: Holmes bu bilgiyi beyninden silmesi gerekeceğini söylüyor: "Dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki" diyor. Teorisine göre, insan beynini sadece kendisine gereken bilgilerle doldurmalıdır. Anlamsız şeylerle doldurmaya gerek yoktur.
Bu teori günümüzde bilgi bombardımanına tutulduğumuz ve bilginin en büyük hazine sayıldığı gözönüne alınırsa, tuhaf kaçıyor. Aslında bazen ben de bu görüşe katılıyorum, çünkü gereksiz bilgilerle hem psikolojimi bozuyorum, hem de asıl ilgilenmem gereken konuları kaçırıyorum. Zihnim yoruluyor. Cehalet mutluluktur teorisini biraz değiştirerek, hoşuma gideni bilmek mutluluktur diyebilirim herhalde.

Holmes ile biraz ilgilenince, Londra'daki müzesini de merak ettim, web sitesindeki hediyelik eşyalar gerçekten çok hoş. Tüm Holmes hikayelerini çizimlerle birlikte yayınladıkları kitaplar da güzel görünüyor. Umarım bir gün Londra'ya yolum düşer.

Wednesday, January 18, 2012

Film: Scott Pilgrim vs The World

Çizgi Roman :-)
Scott Pilgrim vs The World, Bryan Lee O'Malley isimli çizerin çizgi romanından uyarlama. Çizgi Romanı okumadım, okuyamadım. (Ne yazık ki her şeye yetişemiyorum) Fakat filme bayıldım!




Scott ve Ramona
Filmde başrolde Juno'dan tanıdığımız Michael Cera var. Scott Pilgrim, bir rock grubunda gitar çalıyor. (Evet filmde güzel rock melodileri var...) Oldukça gerçekçi bir karakter, 23 yaşındaki diğer normal gençler gibi. Aşık olduğu kızın yanında eli ayağına dolaşıyor, saçmalıyor fakat kendisinden hoşlanan kızı etkilemeye çalışırken atıp savurabiliyor. Hikaye karlar altındaki Kanada'da geçiyor.
Ramona ve eski sevgililerden en belalısı

Filmin güzel bir espri anlayışı var, kendi içinde tutarlı. Scott aşık olduğu Ramona'yı elde edebilmek için 7 eski sevgilisini yenmek zorunda. Bu "yenme" mevzusu ise tıpkı bir video oyunu gibi. Bir dönem çılgınlar gibi Tekken oynadığım için dövüş sahnelerine bayıldım. Klişeleri kullanıp güzel espriler yaratmışlar.

Scott ve Kazandığı "can"
Yönetmen Edgar Wright daha önce birbirinden komik iki filme imza atmıştı: Shaun of the Dead ve Hot Fuzz. D&R'dan 18 TL'ye DVD'sini alabileceğiniz filmin silinmiş sahnelerini ve alternatif sonunu da izlemenizi tavsiye ederim.

Monday, January 16, 2012

Film: Demir Leydi (The Iron Lady)

Iron Lady Poster
Demir Leydi filmi hem konusu hem oyuncusu itibariyle ilgi çekici bir film. Daha bu sabah gazetelerde Golden Globe öldülleri açıklandı ve en iyi kadın oyuncu ödülü bu filmdeki rolüyle Meryl Streep'e gitti. Filmin yönetmeni daha önce Meryl Streep ile Mamma Mia'da da çalışmış olan Phyllida Lloyd.

Filmden bir kare


Demir Leydi çoğu insanın bildiği gibi İngiltere'nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher'in lakabı. Thatcher muhafazakar partiden, punk şarkı sözlerine ilham vermiş, çok tartışılan kararlara imza atmış bir isim. Thatcher ismini rock-punk müzik dinleyenlerin duymaması da mümkün değil, sert politikaları nedeniyle durmadan muhalif sanatçıların şarkılarında yer buldu, hatta bulmaya devam ediyor. Sol kesimin canavarlaştırdığı tarihi bir kişilik. (Meryl Streep de sol görüşte olduğunu ve rolü kabul ederken bu nedenle çekinceleri olduğunu açıkladı)

Thatcher özellikle iktisadi kararları nedeniyle çok eleştirilmiş bir başbakandı. Dönemin koşulları düşünüldüğünde, sendikaların sürekli grevde olduğu, petrol krizinin yaşandığı, IRA'nın nefesinin İngiltere'nin ensesinde sürekli hissedildiği dönemde Thatcherizm oldukça katı bir tavır sergiliyordu. Özellikle maden işçilerini sert bir şekilde ezmişti, Ronald Reagan ile bir olup dünyaya neo-kapitalizm aşılamışlardı. (Ardından ikisinin da alzheimer olması maden işçilerinin ahının tuttuğunu gösterir mi?)

Son yıllardaki gazete haberlerinde alzheimeri nedeniyle kendisini hala başbakan sandığı ve etrafındakilerin de bunu bozmayarak (bir nevi Elveda Lenin filmi) başbakancılığı sürdürdükleri yazıyordu.

Filmi izlemeye başladığımızda öncelikle Meryl Streep'in başarılı makyajına hayran oluyoruz ve tonton bir bunak teyze için üzülüyoruz. Streep çok iyi bir oyuncu ve geçmişe dönük sahneler başladığında Margaret'a hayranlık duymamıza ve şu anki bunak hali için üzülmemize neden oluyor.
Bu resimde pek Demir gibi değil ama gülüşünde bir samimiyetsizlik var sanki??
Amerikalı bir oyuncuyu alıp, bu kadar tartışmalı bir lideri tonton teyze halinde beyaz perdeye aktarmaları gerçekten hayranlık uyandırıcı. Ancak "insani yönü" ortaya çıkaralım derken gerçekten sığ bir film ortaya çıkarmışlar. Eğer hayali bir karakter olsa daha sevimli görünebilirdi ama koskoca Demir Leydi'den bahsediyoruz. Belki bir yöne, belirli bir konuya odaklansalar daha iyi olabilirmiş. 11 yıllık tüm başbakanlık dönemi, genç kızlığında onu etkileyen olaylar ve hatta yaşlılığı... Hepsi birden oturmamış filme.
Merly Makyajıyla
İzlenebilir, sıkıcı olmayan bir film ama Demir Leydi'yi yeterince yansıtmıyor.

Gerçek Başbakan Ufka Bakarken

Sunday, January 15, 2012

Kitap: Ateistin Kutsal Kitabı

Yazar: Joan Konner


Ateistin Kutsal Kitabı ismi itibariyle oldukça ilgi çekici. 
Mizahi bir yaklaşım olacağını öngörerek e-kitap formatında satınaldım. (Basılı kitap olarak 11,90 TL e-kitap olarak 6 TL'ye satılıyor-merak edenleri için)
Neredeyse yoldan geçenlerle bile tanıştırmaya çalıştığım sevgili e-kitap okuyucum Nook ile okumaya başladım.

Kitap aforizmalardan oluşuyor. Bunlar belirli bir konu akışında sıralanmış. Ancak alıntıların hepsi ateistlerden değil. Konuya göre İncil veya Eski Ahit gibi kutsal kitaplar, Papa ve Buda gibi ruhani liderlerden de alıntılar var.

Okuması eğlenceli; özellikle savaşlar, ahlaksızlık ve para gibi dinlerin genelde sınıfta kaldığı konularda esprili ve düşündüren sözler var. Dikkatimi çekenler:

"Keşke Tanrı bana açık bir işaret verebilse! Mesela, İsviçre'deki bir bankaya adıma yüklüce bir meblağ yatırmak gibi. " Woody Allen
"Tanrı'ya inanmıyorum, çünkü insanlığa inanıyorum. İnsanlık artık nasıl bir suç işlediyse, Tanrınızın yaptığı aptalca işleri geri alabilmek için binlerce yıldır çalışıp didiniyor. " Emma Goldman
"İklimi için cennete, muhabbeti için cehenneme gidin" Mark Twain
Nook ile kitaptan bir görünüm

Zaman zaman vakit geçirmek için karıştırılabilecek bir "bestseller" kitap. Çoğunlukla Hıristiyan kültürüne göndermeler var, bazen anlamsız olabiliyor.

Bu tip özgür düşüncelere karşı katıysanız ve din esprileri konusunda hassassanız tavsiye edemem, size komik ve eğlenceli gelmeyebilir.

Saturday, January 14, 2012

Okuyamadığım Kitap: Duyguların Rengi- The Help



Sizlere bugun başıma gelen bir olayı anlatmak istiyorum:
Biliyorsunuzdur Pegasus yayınlarından çıkan bir kitap var: Duyguların Rengi

Aslında ismi The Help ve yakında filmi de gelecek. Uzun süredir best seller.
Hatta yeni baskı yaptılar "Yardımcı" ismiyle... (Aynı kitabı iki şekilde basmış olmalarını aklım almıyor cidden çok acayip)


The Help Film afişi



Ben bu kitabı almak istiyordum...
Bugün sinemaya gittik annemle.
Yanımızdaki kadın çıkarken torbasını unuttu. Annem de torbanın içine baktı ki; bu kitap. Ben de şakasına "Anne yaa ben de bunu alacaktım hadi çalalım!!!" dedim.
Annem de "yok artık " dedi ve tam kadına sesleniyordu ki... Kadın da dönmüş geri zaten, aldı torbasını gitti.

Sonra D&R' a gidip sordum kitaptan kalmamış...
Şimdi diyorum ki o kadını bulsam...
Belki de kaderimde o kadın var.
"Size kitap teyzesi diyebilir miyim?" diye sorsam... Olmaz mı?

The Help filminde Emma Stone oynuyor, açıkçası ne filmden ne de kitaptan umutluyum. Yalnızca kitabın Barnes&Nobles sitesinde uzun süre bestseller olmasına ve Emma Stone'un şirin yüzüne kandım.

Emma Stone bu saça rağmen güzel, ve evet bu gözlükten istiyorum!!!


Thursday, January 12, 2012

Kitap: Sürtüşmeler - Phillippe Dijan


Phillippe Dijan- Sürtüşmeler
Phillippe Dijan isimli Fransız yazarı Betty Blue ve Eşiktekiler kitaplarıyla tanımıştım. Betty Blue alışılmışın dışında bir aşk hikayesiydi. Depresif denilemezdi ama okuyanı neşelendirdiği de söylenemezdi. Eşiktekiler için "Betty Blue'nun devamı niteliğinde okunmalı" denildiğinden okuma gereği duymuştum. Bu iki kitap Ayrıntı Yayınları- Yeraltı Edebiyatı serisinden. Ve gerçekten " yer altı edebiyatına yakışır" kitaplar.

Sürtüşmeler ise Can Yayınları'ndan çıkmış. Bu kitabı bir hediye olarak almıştım ancak hediyeyi bir türlü veremeyince ben de açıp okumaya karar verdim.


Yazar hakkında bilgi ve Mıknatıslı kitap ayracım :-) 


Kitap, sorunlu anne babasının etkisinde kalan bir çocukla başlıyor. Çocuk büyüdükçe, anlatıcı da değişik bir bakış açısına sahip oluyor. Hikaye ilerledikçe çocuğun yaşamının nasıl değiştiğini, annesiyle ve diğer insanlarla olan ilişkilerinin nasıl şekillendiğini görüyoruz.

Pek tabii "toplum normlarına uymayan" ve "tuhaf" ilişkiler bunlar...

Klasik ve romantik hikayeleri sevenleri zorlayabilecek ve hatta mutsuz edecek bir kitap.

Chuck Palahniuk kitapları kadar sert değil, bu nedenle yeraltı edebiyatına biraz sempatiniz varsa, sizden olmayanı merak ediyorsanız, ilgiyle okuyabilirsiniz. Böylece sorunlu başlayan yaşamını yaş aldıkça değiştiren bir adamı gözlemlemiş olursunuz.

Film: Drive

Ryan Gosling The Notebook'dan beri çok yol katetti. Bu yıl 3 önemli filmde rol aldığından sürekli kendisinden bahsedildi. Aslında filmlerin öneminden çok rollerin farklılığı ilgi çekti. (Crazy, Stupid, Love komedi, The Ides of March politik drama, Drive ise gerilim-drama)

Drive, 2011'in en önemli filmlerinden olarak gösterildi, Golden Globe'da adaylardan biri, Cannes'da gösterildi. Bizde Şubatta gösterime girecek (Ne yazık ki yine gecikiyor salonlar) Yönetmen Nicolas Winding Refn tanımadığım bir yönetmendi. Daha önceki filmlerine baktığımda da neden tanımadığımı anladım; kan-revan-erkeksi adrenalin tarzı filmler çekmiş. (Sadece afişlerinden bile testosteron yükseliyor) Drive ise bilinen kan-revan suç filmlerinden farklı ilerliyor.

Açılışta, synthesizerlı 1980'ler tarzı bir müzikle karşılaşıyoruz. (Filmin müziklerini beğendim, ne zamandır synthesizer duymamıştım herhalde ondan) 
Oldukça gerilimli, abartısız ve gerçekçi bir araba kovalama sahnesi var. Durgun ilerleyen film, Ryan'ın adını bile öğrenmediğimiz, sadece "sürücü" diye geçen donuk ve kıro giyimli karakterini tanıtıyor. Donuk sürücümüz, Carey Mulligan'ın oynadığı Irene karakteriyle yakınlaşırken, biraz ısınıyoruz. Ancak halen gerilim devam ediyor. Romantik ve ağır çekim sahneler, filmin yarısında bizi ters köşeye yatırıyor ve bir anda şiddet başlıyor. 

Sürücü, zaten ufak tefek pis işlere bulaşmış... Ancak karşısına tahmininden çok daha pis işler çıkınca ve bunlar "iyilikten maraz doğması" sorunuyla birleşince kendisini hayatta kalmaya çalışan bir adam olarak buluyor.

Ne yazık ki Türkçe'de bu filmin uyarlandığı romanı bulamadım. (Hatta, yazarı James Sallis'e ait herhangi bir yayın bulamadım) İngilizce'sini bulup okuyacak kadar sabırlı da olamadım. Bu nedenle kitapla karşılaştıramıyorum. Tahmin ediyorum ki Şubatta film gösterime girerken, kitabı da Türkçeleştirirler. Genelde öyle oluyor :-( Oysa önce kitabı okumam lazım!!! (Neyse takıntılarımla boğmayayım yazımı şimdi)
Drive, bazı izleyicileri sıkabilir ancak "sadece yönetmenin anladığı bir sanat filmi" değil, gerçekçi bir şiddet-gerilim filmi. IMDB'den aldığı 8.1 puanı hak etmiş, hatta ben 8,5 veririm. :-)

Bu arada filmde Ryan Gosling'in giydiği kıro beyaz montu sadece $139'a alabilirsiniz! bakın link burada! (Böyle çirkin mont olmaz olsun... Erkekler çok sevmiş anlaşılan ama zaten erkekler genelde kötü giyiniyor?)




Tuesday, January 10, 2012

Kitap: Yaban Kızlar (The Wild Girls)

Yaban Kızlar- Ursula K. Le Guin-Versus Kitap

Yaban Kızlar, Ursula Le Guin'in Türkçe'de yayınlanan son kitabı. Çok satanlar listesinde hemen kendine yer buldu.
Ursula Le Guin artık iyice yaşlandı. (82 yaşında) Önceki kitaplarındaki gibi "her seferinde bambaşka dünyalar"ı değil, son yıllarda aklına düşen kölelerin ve "adsızlar"ın dünyalarını anlatmayı seçmiş. (Önceki kiyap Lavinia biraz daha farklı olmakla birlikte...)
Mülksüzler'de olduğu gibi açık bir eleştiri bulamasak da, kitaplarında her zaman bizi düşünmeye yöneltecek ve insan ruhunu sorgulamamıza neden olacak sorular var.

Yaban Kızlar ufak, ince bir kitap. (Türü Novella diye geçiyor, açıkçası bunun tam Türkçesi nedir bilmiyorum) İçinde bir kölelik ve kast sistemi öyküsü var. Bu açıdan bundan önceki gençlik serisine benziyor (Sesler, Güçler, Marifetler) Dünya aşağı yukarı aynı. 

Çeviri kendisi de yazar olan Algan Sezgintüredi'ye ait. Bazen, kitap alırken, yeterince iyi bir çeviri olmamasından endişeleniyorum, bu nedenle bilmediğim çevirmenleri veya yayınevlerini tercih etmiyorum. Fakat bu kez çevirmenin ismine güvendim ve yanılmadım. (Birkaç dizgi hatası var sanki sevgili yayınevi?)

Yaban Kızlar, orijinal ismi The Wild Girls, Nebula ve Hugo ödüllü. Belki herhangi bir yazardan bahsetsek bu ödüller bizi kitabı almaya ikna edebilirdi ancak buna gerek kalmıyor çünkü yazar zaten Ursula Le Guin :-)
 
Kitapta yalnızca öykü yok, bir röportaj, bir makale, birkaç da şiir var. Bunlar özellikle 1970'lerde öncü olmuş politik, eleştirel ve feminist bilim-kurguyu bizlere sunmuş Ursula Le Guin'i biraz daha tanımamızı sağlıyor. Makalede Kapitalist yayınevleri eleştiriliyor ve günümüzün az okuyan kitlelerine laf çakılıyor. Ayrıca interneti ve blogları eleştiriyor :-) Bunu yaşın getirdiği tutuculuk olarak da görebiliriz, emin değilim. Çünkü Le Guin'in bahsettiği gibi, "başka eğlence olanağı olmadığından kitap okuyan geniş kitleler" sanatı yeterince takdir eden ve onu "anlayıp yorumlayan" kitleler değildi. Vakit geçirmek içindi her şey. O zaman Dickens kitapları üzerine sohbet ediyorlardı şimdi ise TV dizileri. TV Dizilerindeki oyunculuktan, çekimden, kısaca sanatsal tavırdan bahseden yok, geçmiştekinden pek de farklı değil? Belki de söylediklerini yanlış yorumladım? Tartışmaya değer bir makale.
Fotoğraf, e-kitabımı açtığım Adobe Digital Editions'dan...


Le Guin anti-kapitalist muhalif olarak içini döken bir makale yazmış ve röportaj vermiş. Ayrıca son sayfalarda günümüzdeki "kadın" üzerine görüşlerini de okuyabiliyoruz. Bu yaşta, bilgi ve deneyimdeki bir insanın yorumlarını okumak her zaman güzel.

Ufak fakat doyurucu bir kitap. Karanlık ve üzücü konulara göz atabilen ve düşünmeyi sevenler için.

Film: Beginners





Sevimli Poster
Beginners uzun zamandır izleme listemdeydi. Bunun bir nedeni sevimli posteriydi. Posterde bir Fransız etkisi mevcut. Ayrıca herkes kahkaha atıyor. Bu da bizi filmin bir komedi olduğu yönünde aldatıyor!!!
Yok öyle bir şey! Aslında filmde aşağıdaki gibi surat ifadeleri de mevcut!

Üzgün Surat Melanie Laurent
Filmde komedi unsurları da var tabii, ancak çoğunlukla hüzünlü olduğunu söyleyebilirim. En hoşlanmadığım şey neredeyse filmin sonunu bile söyleyen film konu özetleri! Bu nedenle ben de aynısını yapmak istemiyorum ve konuyla ilgili bir şey söylemiyorum. 

Yönetmen Mike Mills, daha önce Thumbsucker isimli filmi çekmişti. Bu filmden aklımda pek bir şey kalmadığını itiraf etmeliyim. Yine "ergen sıkıntısı, tuhaf aile yaşamı" temalı bir filmdi diye hatırlıyorum. Ancak yönetmen daha önce bol bol klip ve reklam çektiğinden, görsel olarak bizi ekrana bağlı tutmayı başarıyor. 

Bana ilginç gelen bir diğer ayrıntı da Mike Mills'in Miranda July ile evli olması. Miranda July gerçekten akıl sağlığından şüphe ettiğimiz başka bir dünyada yaşadığına inandığımız bir ablamız. Bu evlilikten bizlere anlaşılması zor sanatsal filmler çıkar diye bekliyorum.

Ewan McGregor ve Chistopher Plummer için artık anlatıma gerek yok, Melanie Laurent'i nereden hatırladığınızı düşünüyorsanız ise size Inglourious Basterds derim... Ayrıca kendisi film yönetmiş ve de albüm yapmış. Bu hatunları görünce insan kendini çok başarısız hissediyor. Hem güzelsin hem 10 parmağında 10 marifet :-(

Sonuçta film "izlenmesi gereken" bir film değil. Ancak iyi bir alternatif. Eşcinsellik'e dokunan nadir ilginç filmlerden.

Saturday, January 07, 2012

Yeni E-kitaplarım ve Ofis

Saat 09.00 itibariyle iş yerine teşrif ettim. Sorun şu ki şu an yalnızca temizlik görevlileri ve ben varız. Diğer çalışma arkadaşlarım halen gelmedi. Onlar gelene kadar yapabileceğim bir iş yok, ben de dün satınaldığım yeni e-kitaplara bakıyorum.

Dün her zamanki gibi idefix.com'u ziyaret etmiştim ki, sonunda birkaç e-kitap daha almaya karar verdim. Ayrıca birer Notos Öykü ve SabitFikir dergisi de aldım ki bunların e-okuyucuda nasıl görüneceklerini merak ediyordum. (Sabit Fikir 1 TL, Notos Öykü 4 TL) 

Bende Nook olduğu için, dergi okumak iPad'lerdeki kadar etkileyici değil, fakat Nook, okumayı oldukça kolaylaştırdığı için dergi metinlerini okumada büyük yardımcı. Ufak bir sorun var, o da dergilerdeki ufak kutucukları ve sayfa düzenlemesindeki birbirini takip eden bazı ufak dizileri bozuyor. Çünkü önündeki sırayla devam ediyor. (Tam tarif edememiş olabilirim ancak bir sayfada devam eden yazının yanısıra bir de kutucuk olduğunu düşünürseniz sanırım demek istediğimi tahmin edersiniz)

Dergi okumayı severim ancak beni hep zorlar. E-kitap okuyucu bu konuda imdadıma yetişmiş oluyor. Dergiler dışında uzun zamandır satınalma listemde bekleyen diğer kitapları da aldım: Edith Wharton'dan Keyif Evi ve Yaz Bitince, William Burroughs Nova Üçlemesi (Tartışmalı kitap Yumuşak Makine'yi de içeriyor), Aslı Tohumcu'dan Abis ve son olarak çok satanlar listesinde olmasına ve dikkat çekici ismine kandığım kitap: Joan Konner-Ateistin Kutsal Kitabı.

Patti Smith'in Çoluk Çocuk kitabında da William Burroughs ismi  geçince, okumam gerektiğini düşündüm. Aslında "Beat kuşağının önemli temsilcileri" tamlaması çok da ilgimi çekmez, çünkü beat edebiyatından pek zevk almıyorum. Ancak belki de bu önyargım da bir gün yıkılır.

Edith Wharton, Masumiyet Çağı isimli kitabıyla tanıdığımız bir isim. (Aslında Masumiyet Çağı'nın film uyarlamasıyla da diyebiliriz, yıldız oyuncularıyla harika bir filmdi) Yaşam hikayesine baktığımda çağının ilerisindeki öncü kadınlardan olduğunu görüp etkilendim. Bu nedenle Türkçe'deki kitaplarını bir an önce okumak istiyordum.

Aslı Tohumcu hakkında ise bir şey bilmiyorum, sadece övgü dolu yazılara rastgeldim, bu nedenle bir kitabını okumam gerektiğini düşündüm.

Bakalım bunları ne zaman okuyabileceğim, halen çalışma arkadaşlarım gelmedi, halen çalışmaya başlamadık, bu da halen işlerin beklediğini gösterir. Saat 09.51. Kitaplarım beni beklemek zorunda kalabilir.




Thursday, January 05, 2012

Film: Restless


Gus Van Sant'ın son filmi Restless, Mia Wasikowska isimli şirin kızı tekrar izlememizi sağlıyor. (Daha geçenlerde Jane Eyre olmuştu)  "Bu aralar her filmde bu kızı ve Michael Fassbender'ı görüyoruz" diyecektim ki Mia'nın her yıl aşağı yukarı 2-3 filmde oynadığını gördüm. Demek başarılı filmler oldukları için gözönünde ve sanki her taşın altından çıkıyormuş gibi geldi bana. 

Film Gus Van Sant'ın favori temalarından olan "teenage'lerin ilişkileri" üzerine. Bu kez sadece ergenlik bunalımı yaşamayan, gerçek sorunları olan iki karakter var ve bu sevimli iki karakter birbirlerine aşık oluyorlar. Bu bölümde film, geçmişteki Love Story örneğini hatırlatabilecek şekilde ilerliyor. 

Müzikler Danny Elfman tarafından yapılmış, bu isim zaten soundtrack'i övmeye gerek bırakmıyor. Hafif tonlu, indie rock diye sınıflandırabileceğimiz şarkılar kullanılmış. Hafif çılgın kız ve dağınık saçlı şirin çocuk rock müzik eşliğinde geziniyor, zaman zaman gülümsüyoruz, zaman zaman bizi ağlatmaya çalışıyorlar.

Evet ama daha iyi aşk filmleri görmüştük :-((


Konuyla ilgili ipucu vermemek için yazmıyorum, bunun izleyicinin tadını kaçıracağını düşünüyorum. Kısaca bende bıraktığı izlenim; Wristcutters: A Love Story'deki kadar başarılı olmasa da, hafif arıza, hafif duygusal bir film yaratıldığı yönünde. 

Herhangi bir yönetmenin ilk filmi olsa "Çok hoş" deyip geçebilecekken, imza Gus Van Sant olunca insanı hayal kırıklığına uğratıyor. Ne de olsa önceki filmlerindeki ergen sorunları tamamen sanatsal kaygılarla ortaya konulmuştu. Yönetmen zaman zaman eşcinselliğinin vurgusunu filmleriyle yapıyordu, zaman zaman aslında ne yapmak istediğini tam anlamasak bile bunalıma bizi ortak ediyordu (Last Days filminde olduğu gibi) Üstelik bundan önceki filmi Milk ile beni derinden sarsmıştı. (Milk benim için bir ilham kaynağı oldu, Harvey Milk'in hikayesini böyle anlatabildikleri için hem Sean Penn'e hem de Gus Van Sant'a hayran olmuştum) Ayrıca minimum diyalog barındıran Elephant filmiyle ilgili verdiği bir röportajda "Bir gün tamamen diyalogsuz bir film çekmeyi hayal ediyorum" dediğini hatırlıyorum.

Film Henry Hopper veya Mia Wasikowska'nın fiziksel güzellikleri için veya tamamen bir teenager olduğunuz için izlenebilir. Bunun dışında ne yazık ki belirgin bir özelliği yok. (Hala teenager olmadığım gerçeği bazen beni de üzüyor)

Tuesday, January 03, 2012

Normal- Anormal?

"Normal" olmak, toplum strandartlarına uygun, herkes gibi bir insan olmaksa, hiç kimse bunu istemiyor anlaşılan. Çünkü ne yazık ki hepimiz özel olmak istiyoruz, farklı olmak istiyoruz. Bu ilkgençlik yıllarında zirveye ulaşsa da, bazıları için ömür boyu süregiden bir uğraşı oluyor. Gerek tuhaf diyaloglarla, gerek farklı elbise ve saç stilleriyle, normal olmadığımızı kanıtlamaya çalışıyoruz. Karşımızdakilere tuhaf veya yanlış gelebilecek bir davranışta bulunduğumuzda, mazeret olarak gösteriyoruz bunu: "Ne yapalım ben normal adam değilim ki!" (Bknz: MFÖ- Mazeretim Var Asabiyim Ben)

TDK ne diyor?
1- Aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum.
2- Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun.

Bu durumda normal olmak, o harika biricik kişiliğimize bir hakaret gibi geliyor. Farklıyım ben, normal değilim diye bağırıyoruz; bazen davranışlarımızla, bazen tam da bu sözcüklerle.
Çoğu zaman bu normallik meselesi beni rahatsız ediyor. Gerçekten anormal, gerçekten sorunları olan birisi olsak, böyle sevimli yaklaşmıyor toplum. Bir önceki iş yerimde herkes "Normal adamın burada ne işi var? Anormalleri işe alıyorlar" derdi. Az önce, yeni iş yerimde de aynı cümleyi duydum. Bir iltifat gibi kullanılıyor bu sözcük: Anormaliz biz, farklıyız.

Keşke gerçekten anormal, toplum normlarının dışında, insanları hakeretleriyle etkileyen kişiler daha fazla bulunsa. Oysa sessiz ofiste bir anda bağırarak bir laf etmek veya rahatça küfürlü konuşmak veya geceleri en en en fazla mesaiye kalan insan olmak anormallik veya takdir edilesi bir davranış değil.
 
Herkes biriciktir evet, ama herkes anormal değildir. Bunu kabullenmek kendini seven ve farklı görmeye meyilli olan insan için çok zor olsa da, mecburuz, yoksa ne yazık ki "anormal" değil "sorunlu" olmaya mahkumuz.